HOŞGELDİNİZ

Aradığınız konularda size yardımcı olabildiysem ne mutlu

Bu Blogda Ara

12 Ekim 2010 Salı

TÜRKLERDE AV KÜLTÜRÜ


Avcılığın insanlık kadar eski bir tarihi vardır. Eski taş devrinin insanları sümüklü böcekleri, diğer böcekleri, kuş yumurtalarını, yavrularını ve çeşitli meyveleri yiyerek geçinmişlerdir. Bu çağın avcılığı bugünkü anlamıyla bir avcılık olmaktan çok yaşamayı sağlamak amacıyla yapılan bir çeşit toplama biçimindeydi. Bu çağı izleyen yeni taş devrinde ise avcılık geniş anlamda olmak üzere, yaşamak için gerekli olan besin ve giyim ihtiyacını karşılamak, süs eşyaları ile savaş için gerekli hammaddeleri sağlamak amacıyla girişilen bir çaba niteliği kazanmıştır. Gerek bundan önceki devirde, gerekse yine taş devrinde avlanma silahlı olarak taş-kama, taş-çekiç, daha sonraları da mızrak, sapan vb. kullanılmıştır. Diğer taraftan hayvanları tuzak çukurları ile yakalamayı da taş devrinin avcıları başarı ile uygulamışlardır.
İnsanoğlu, yaratıldığından bu yana besin arama ve karnını doyurma zorunluluğunu duymuştur, bir yandan bitki kökleri toplayıp toprağı işlerken diğer yandan av aletlerinden faydalanmayı düşünmüş, bunun için en basit el baltalarından başlayarak, günümüzdeki otomatik tüfeklere değin uğraşlarını sürdürmüştür.
M.Ö. 12000`de gelişmiş bir Proto-Türk Kültürü vardı. Bundan önce de yaşanmış uzun bir devreden söz etmek mümkündür. Bu oldukça karanlık bir dönemdir. Proto-Türk Kültürü; avcı ve atı ehlileştiren bir kültürdü . Türkler, henüz bir devlet kuradan önce de, belli bir düzen içinde yaşıyorlardı. Kabile ve boyların hayatı, belli bir teşkilata dayanıyordu. Türkler; yirmi büyük boya, her boy da aşiretlere, aşiretlerde büyük  aile topluluklarına ayrılmışlardı. Bunlardan Oğuz Boyu 24 büyük aşiretten meydana gelmişti. Oğuz Boyu’nda her dört aşiret bir hanlıktı. Her Han’ın bir Ongun’u vardı. Totemler kutsal kabul edilmiş kuşlardı; şahin, kartal, uçkuşu, sungur, çakır gibi. Kutsal kuşlar dört aşiret halkından saygı görürdü.
Bu kuşlara ok atılmaz, avlanmaz ve eti de yenmezdi. Hanlar Han`ı Oğuz Han`ın  da bir ongunu vardı. Bu, Tuğra kuşu idi. Bütün ongunların üstünde, 24 boyun saygı gösterdiği bir kuştu. Tuğra kuşu, efsanevi bir varlıktı. Görülmez sadece tasavvur edilirdi. Varlığı etkileriyle hissedilirdi.
Türkler; at besleyen, av peşinde koşan insanlardı. Av hayvanlarını izleyerek, uzun mesafeler katetmişlerdir. Bütün bir boyun katıldığı, büyük sürek avları tertiplemişlerdir. Deri ve kıl çadırlarda oturan, kımız içen ve hayvan besleyen eski Türkler; avcılığı, günlük hayatlarının bir parçası olarak görüyorlardı. Beslenme ve ekonomileri yarı yarıya avcılığa dayanıyordu.
Eski Türkler`de okçuluk ve avcılık faaliyetleri çok önemli idi. Bulundukları yer ve yaşadıkları doğal koşulların zorluğuna alışmak ve çocukları da ona göre yetiştirmek gerektiğinden kız ve erkek çocuklarını ok atma avlanma ve ata binme eğitimine tabi tutarlardı. Çocuklar çobanlık yaparken küçük yay ve oklarla kuş, sıçan avlamasını öğrenirler, yaşları ilerledikçe yay ve okları da ona göre geliştirilirdi. Büyüdükten sonra da daha ağır savaş araçlarını kullanma yeteneğine eriştikleri ve savaşa katılıp kendilerini gösterdikleri zaman toplumda yerlerini almış olurlardı. Hunlar ve diğer Türkler avladıkları hayvanların et, deri, kemik ve boynuzlarından faydalanırlardı. Büyük ve küçük hayvanların deri ve kürklerinin kıymetli olanlarını satarlar, diğerlerinden elbise, kalpak ve çizme, boynuzlarını da yay ve ok yapımında kullanırlardı. Hun İmparatorluğunu meydana getiren Türk kavimlerinden Bahimiler, Uygurlar, Hunlar, Tu-Çü`eler avla uğraşır, ses çıkaran oklar kullanırlardı.
Bütün Türk Boylarının hayatında önemli bir yer alan avcılık; Osmanlı Devlet Teşkilatı`nda resmi bir kurum haline gelmiştir. Ordu içinde “Avcı Birlikleri” yer almıştır.
Osmanlı Padişahları, av yapmayı sevmekle beraber, biri hariç, hiçbiri avı aşırı bir alışkanlık haline getirmemiştir. Yeri ve zamanı geldiğinde; özellikle belli amaçlarla avlanmışlardır. IV. Mehmet, aşırı derecede ava tutkundu. Bu yüzden tarihe “Avcı” lakabıyla geçmiştir. Padişahların ve devlet adamlarının av yapmaktan vazgeçmeleri üzerine, avlaklar halka kalmıştır. Ancak halkın yaptığı avcılık düzensiz olmuştur. Av hayvanları büyük ölçüde yok edilmiştir. Bu yüzden bazı hayvanların nesli tükenmiştir.
Bu çalışmada` Türk Kültürü`nde avcılık geleneğine temel oluşturan önemli unsurlardan bahsedilerek, avcılığın kültür içerisindeki gelenek, askerlik, din, eğitim, yasalar, fermanlar, kurumlar, av alanları ve çevre düzenlemeleri bakımından göstergeler ele alınmıştır.
1.2. GELENEK
Avcılık; Türklerde günümüzden çok eski zamanlara kadar giden bir geleneğe sahiptir. İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren avcılığın temel bir hayat tarzı olarak, beslenme ile doğrudan bağlantısı da akla gelen bir gelenektir. Avcılıkta beslenme ihtiyacı karşılanırken, savaşçı özellikler de okun kullanılmasıyla gelenekselliğini sürekli kılmıştır. Türk avcılarının inancında, Altay Türk avcı ruhunun yerini İslamiyet`ten sonra evliyalar tutmaktadır. Avın verimli ve başarılı olması için sahada bulunan evliya yatırlarından yahut “Avluk” yani avın yapıldığı bölgedeki ağaçtan ve saireden şeytana karşı uğur dilerler. Av esnasında silahı kendisine yar olmazsa, şeytanı ortadan kaldırmak için, yanındaki köpeğini silahının üstünden atlatır. Köpeksiz bulunduğunda ise bizzat kendisi atlar. Bu merasim bir nevi “Ateş Kültü”nden kalma eski bir inançla, kötü ruhlardan temizlenmeyi gösterir.
Hala bugünkü Altay Türkleri, av hayvanlarına o kadar bağlıdırlar ki, ava ait en ufak laubaliliğe tahammül edemezler. Avın, ancak temiz ve arınmış olarak yapılmasıyla verimli olabileceğine inanır ve buna göre de hazırlığını yapar. Şöyle ki; ava çıkacağı gece avcı, karısından ayrı bir başka odaya çekilir, kimseyle konuşmaz ve yapacağı her şeyi sır tutar. Bazı Türk boylarında ise, yeni doğuran kadına, sırf temiz sayılmadığından, av eti verilmesi yasaklanmıştır. Samur avında kullanılan ağlara eliyle dokunmasına izin verilmez. Evin kadın halkı, kesin olarak av tüfeğine el vurdurulmazdı. Bu gibi inançlara aykırı hareket edildiğinde, avın verimsiz olacağı düşünülürdü. Bu suretle av kültü bütünüyle tatbik edilmektedir.
Başlangıçta bu eski ve tarihi külte ait avcı kuş adları antroponim olarak kullanıldıktan sonra, nüfus çevresini genişletmiş, ona milletler arası bir karakter kazandırmıştır. Nitekim Şunkar, Doğan, Çakır, Şahin, Toğrul, Lâçin avcı kuş adları bütün Türk halk ve boyları arasında kökleşip kaldığı gibi, Şunkar avcı kuş adı Türk elleri dışına da taşmış, Mançu dilinde Şonkon kılığına, Macarca`ya Zongor telaffuzu ile girmiş, İran, Irak, Arap, Mısır, Rusya ve Balkan Yarımadası milletler antroponimisinde bugün bile kullanılmaktadır. Bu kadar zengin cepheli, dede-baba yadigarı avcılık müessesesi Türk tarihinin ve kültürünün toplum hayatından kopup gelen çok değerli geleneklerinden biridir. Avcılığın Türk aile kültürünü nasıl etkilediğine başka bir örnek de; erkek çocuklara Alkuş, Alpkuş, Aksungur, Afşin, Çağrı, Çavlı, Karaca, Laçin, Toğan, Tuğrul gibi avcı kuş adlarının verilmesidir. Bu gelenek Osmanlılar`ın kuruluş döneminde, sonraki dönemlere oranla daha çok görülmektedir.
Oğuz Han`ın altı oğluna bağlı her boyun ayrı ayrı Ongun`u ve Söğün`ü vardı. Gün Han`ın Ongun`u kartal, Söğün`ü aşgar. Yıldız Han`ın Ongun`u tavşancıl, Söğün`ü oyago. Gök Han`ın Ongun`u sungur, Söğün`ü sonkırı yağrın. Tuğrul Bey, her ava çıkışta beraber 20 katır yükü yiyecek götürür, kırlarda mükellef sofralar kurdurup emirlerine ve o bölgenin halkına yedirmekten zevk alırdı.
1.3. ASKERLİK
Türkler avcılığı savaşa hazırlayıcı bir vasıta ve bir ön tatbikat olarak uygulamışlar ve savaşlardan önce harp taklidi niteliğinde büyük sürgün avları düzenlemişlerdir. Avcılığın yanında atıcılık ve binicilik de birlikte geliştiği için savaşta gerekli olan cesaret, beden gücü ve irade kuvveti gibi nitelikler bu sayede sürekli olarak güçlendirilmiştir.
Türk orduları daimiydi. Türklerin sporları, eğlenceleri ve avlanmaları bile askeri egzersizler niteliğindeydi.
Eski Türklerin bir savaş taklidi olarak yaptıkları avcılık, Selçuklular`a ve daha sonra da Osmanlılar`a aynı şekilde geçmiştir. Savaş olmadığı zamanlarda padişahların birçoğu zamanlarını maiyetleri ile birlikte büyük av partileri düzenlemek suretiyle değerlendirmişler ve böylece özellikle genç kuşakların binicilik, atıcılık gibi sportif hareketlere alıştırılmaları suretiyle ileride karşılaşacakları çeşitli zorlukları yenmeleri için hazır bir duruma getirilmelerine özellikle önem vermişlerdir.
Osmanlı padişahlarının çok sevdiği ve önemli saydıkları için devlet kuruluşuna aldıkları sporların başında avcılık gelmektedir. Osmanlılar da kendilerinden önce gelmiş, Selçuklu, Gazneli, Karahanlılar ve Moğollar gibi avcılığı savaşa hazırlanmanın bir eğitimi sayarlardı. Ayrıca, av yaparken halk ile de ilişki kurdukları için vatandaşın derdini, sıkıntısını ve şikayetlerini dinleyerek bilgi edinirlerdi. Humayünname isimli yapıtta, Kanuni Sultan Süleyman`ın av yaparken bir kadının şikayetlerini görüntülenmiştir. Osmanlı padişahlarından bizzat avcılıkla uğraşanlar ve ava merak saranlar şunlardır: Süleyman Paşa, I. Murat, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, III. Murat, I. Ahmet, II. Osman, IV. Murat, I. İbrahim, IV. Mehmet, II. Ahmet ve II. Mustafa`dır. Sürgün av, padişah ordu ile savaşa giderken veya sancakta bulunan şehzadelerin çeşitli durum ve kabiliyetlerini görüp öğrenmek ve özellikle savaşa girebilecek şekilde yetişip yetişmediklerini görmek veya gizli bir amaç için yapılırdı. Osmanlı padişahları savaşa giderken bile bütün Av Halkı`nı kuşları, köpekleri tazıları ve parsları da beraberinde götürüyorlardı.
1.4. EĞİTİM
Sultan Melikşah ise avcılık konusunda dünyada ilk bilimsel kitabı yazdıran kişidir. Ava çok meraklı olup av hayvanlarının her şeyini bilmek isterdi. Sarayındaki vezirleri ve şehzadeleri de bu yolda hareket ederler, çoğu zaman bu av konusu konuşulurdu. Yazılmış olan kitapları bilimsel görmeyip daha mükemmelinin yazılmasını istedi. Sultan Melikşah, Felhak Bin Mehmed`e bir kitap yazılmasını emretti. “Saydname-i Melikşah” adı verilen kitap daha sonra yazılan pek çok Bazname`ye kaynak olmuştur. Farsça yazılmış olan bu eser 19. yüzyılda Fransızca`ya çevrilerek yayınlandı. Melikşah, Ebu Tahir Hatuni`ye; Av Hayvanlarını ve avcılığı inceleyen “Şikar-Name” ismi altında bir kitap yazdırmıştır. Ne yazık ki, bu kitap zamanımıza gelemeyip kaybolmuştur.
Osmanlı padişahları da avcılığı sevmişler, avcılık hakkında yazlmış kitapları okumuş hatta yazılmasını da teşvik etmişlerdir. Osmanlılar da avı Oğuz Kadim geleneklerine göre yapıyorlardı. Cengiz yasası gibi bir yasaları yoktu. Padişahlardan I. Murat,    Yıldırım Bayezid ve II. Murat av yapmaya hem çok meraklı hem de ev halkı çok olan padişahlardandı. Av halkı avlanmada kullanılmak üzere pars, tazı, zağar ve yırtıcı kuşları eğiterek ava alıştırmışlardı. Bunlara yaptıkları işlere göre doğancılar, sekbancılar, çaylak avcıları, akbaba avcıları, atmaca avcıları, zağarcılar ve turnacılar gibi adlar verilmiştir. Ayrıca köpek muhafızı anlamına gelen sekbanlar, tazılardan başka harp köpekleri de beslemiş ve yetiştirmişlerdir.
Samsoncu ve seksoncu adı verilen kimseler padişahın köpeklerini beslemişlerdir. Doğan, atmaca, şahin ve çakır gibi yırtıcı kuşlar da  tavşan, keklik, yaban ördeği ve kazı, toy, kuğu, bıldırcın ve diğer kuşların avında kullanılmıştır. Avcı kuşlar uçurulduktan sonra ardından tazılar ve zağarlar salınmış ve yırtıcı kuşlar havada parandeler atıp avları üzerine dalış ve inişler yaparlarken gözden kaybedilmemeleri için atlar da bütün hızları ile o yöne sürülmüşlerdir.

1.4.1. Doğancıbaşının Çıkması, Eğitimi ve Yükselmesi
Doğancıbaşı olacak kişi, Türk ailelerinin yanında üç sene çalışıp lisan öğrendikten sonra, okula getirilip burada eğitim gördürülürdü. Yedi senede bir yapılan çıkma olunca, avcılığa hevesi ve yeteneği varsa padişahta beğenirse doğancı koğuşuna nefer olarak alınır. Burada hem İslami ilimleri hem de avcılığı öğrenirdi. Zamanla eski ve üçüncü, ikinci doğancı olur en nihayetinde doğancı başı olabilirdi. Yükselmenin yolu buydu, ama padişah isterse avcılığı çok iyi bilen dışardan bir başkasını da doğancıbaşı yapardı.
1.4.2. Av Ağaları`nın Yükselmesi ve Çıkması
Halkı’nın zabiti çakırcıbaşı olup diğer ağalarında amiri durumundaydı. Çakırcıbaşı üzengi ağalarından sayılır ve devlet tesrifatında altıncı sırada bulunurdu. Av ağalarının yükselmeleri kanunla belirlenmişti. Çakırcıbaşının yükselmesi gerektiği zaman genellikle beylerbeyi veya mirahur olarak çıkar, onun yerine şahincibaşı, şahincibaşının yerine atmacacıbaşı, onun yerine de av ağası olurdu. Böyle bir yükselmede yükselenler padişah huzurunda kaftan giyerlerdi. Buna örnek olarak ; 1684 yılında IV. Mehmet Edirne’den İstanbul’a geliyordu. Burgaz yakınlarında avlanırken, çakırcıbaşı Yusuf ağa kaza sonucu öldü. Yerine şahincibaşı çavuoğlu Yusuf ağa, onun yerine de hasoda da bulunan ikinci doğancılıktan çıkma veli ağa şahincibaşı olup padişah huzurunda kaftan giydiler.
1.5. DİN
İslamiyet öncesi türk kültüründe önemli bir yeri olan avcılık, dini bir boyut da kazanmıştır. Avın verimliliği ve zenginliği Altay Türk boylarının jeolojik alanında yer alan “tayga ve dağ”ların sahibi bulundukları ruhların himayesi altındaydı. Bu inanca göre, her Altay halkı tayga ve dağlara içten bir manevi ilişki kurmuş, hayatını ve maişetini buna göre ayarlamıştır. Ava çıkmadan önce, çeşitli dini ibadetler yapar, avın verimliliği ve başarılı olması için gereken örf ve kaidelere riayet eder. Bilhassa avı koruyacak olan ruha bağlılığını göstermeye çalışır. İslamiyet in kabulüyle de avcılıkla ilgili dini boyut daha da zenginleşmiştir.
İslam bilginleri; özellikle, İslamiyet`in temel prensiplerine ters düşen gelişmelere şiddetle karşı koymuşlardır. Ayet ve hadislere yorum getirerek, İslami hayatı anlatmışlardır. Müspet ilim karşısındaki tutarlı görüşlerini başarılı bir şekilde savunmuşlardır.
Her ilim dalını, İslam`ın kalıcı süzgecinden geçirmişlerdir. Her meslek ve bilim dalına duyulan ilgi avcılık ve av hayvanlarına da gösterilmiştir. Bu konuda gerekli temel esaslar zaten vardı. Kuran’ı Kerim de ve Hadis-i Şerifler de; avcılık ve av hayvanları hakkında ayetler ve sözler yer almıştır. Önemli temel prensipler açıklanmış, muhtemel gelişmeler için atıflar yapılmıştı. İslam dünyasında yazılan fıkıh kitaplarında, tefsirlerde ve ilmihallerde, avcılık ve av hayvanlarına geniş yer verilmiştir. Ayrıca bazı bilginler tarafından, konu özel olarak ele alınmış; Kitab-us Sayd adı altında eserler yazılmıştır.
İslamiyet`e göre; yeryüzündeki her şey gibi hayvanlar da insanın hizmetine ve faydalanmasına sunulmuştur. Ancak, onların israf edilmeleri ve gereksiz yere yok edilmeleri yasaklanmıştır. Hayvanlara merhamet edilmesi, sevgi duyulması istenmiştir. İnsan gibi, hayvanlarında yaşama ve varolma hakkına sahip oldukları, kabiliyetlerinin ve güçlerinin üstünde bir hayat tarzına ve hizmete zorlanmamaları gerektiği özellikle belirtilmiştir.
1.5.1. Avcılıkla İlgili Ayetlerden Bazı Örnekler
“Ey müminler! Eğer gerçekten Allah`a tapıyorsanız, onun verdiği rızkların temiz ve helalinden yiyip O`na şükredin.” (Bakara Suresi, Ayet: 172).
“Allah size boğazlanmamış hayvanın etini, akan kanı, domuz etini ve Allah`tan başkası –put veya şahıslar- için kesilmiş hayvanı haram etmiştir. Fakat helak olacak kadar zorda kalan, istemeyerek ve zaruret miktarını aşmayarak bunlardan yerse, günah işlemiş sayılmaz. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcı ve çok rahmet sahibidir.” (Bakara Suresi, Ayet: 173)
1.6. AVIN DÜZENLENMESİNE AİT KURAL VE TÖRENLER
Ava gidiş hazırlıkları, av sonrası verilen partiler, törenle yapılan avlar ve törensiz yapılan avlar şeklindedir.
Eski Türklerde yılda bir defa totem olan Tibet Öküzü için büyük sürgün avları tertiplenir ve bunun bir çeşit savaş eğitimi sayıldığı bilinmektedir. Eski Türklerde, sığır dedikleri Tibet Öküzü totem sayıldığından bunun adına, Hakanın ve Beylerin idaresi altında büyük ve umumi bir av tertip edilir ve umumi ava sığır-sürgün denilirdi. Sürgün avı büyük bir bölgeyi kaplayacak şekilde her taraftan sürülen hayvanlar kararlaştırılan merkezde toplanır, bu halkadan kaçan hayvan olursa oradaki görevli kimse cezalandırılırdı. İlk av okunu hakan veya beyler başlatırdı. Bundan sonra sıra ile ve mertebelerine göre, Hakanın oğulları, beyler ve ava katılan kimseler avlanırdı. Avlanmalar ancak kabile, il ve hakanın izni ile yapılır, hatta velayet sahibi kimselerin oğulları babalarından izin almadan kendi başlarına ava çıkarlarsa suçlu sayılırlar ve cezalandırılırlardı. Sürgün avının sona ermesinden sonra, av etlerinin hep beraber yenildiği büyük bir ziyafet verilirdi. Bu müşterek yemekle, aynı zamanda Türkler indinde bu vesile ile tanışma ve birleşmeyi sağlamış olurlardı.
Padişahların ava gidişleri ve ondan dönüşleri de teşrifatla belirlenmiş bir törenle yapılırdı. Tabii bu tören sadece uzun sürecek avlar için yapılıyordu. Osmanlı Devleti`nin güçlü olduğunu göstermekte atalarından geri kalmayan Sultan Avcı Mehmet, gösterişe de çok meraklı olduğu için, ava çıkış ve avdan dönüşleri çok muhteşem olurdu. Bu gösterişi şüphesiz ki Edirne`ye gelen elçiler için yapıyordu. Padişahların avdan dönüşü de ayrı bir töreni gerektiriyordu. Eğer padişah İstanbul`dan av yaparak Edirne`ye geliyorsa, sadrazam, vükala, ulama ve halk tarafından İskender Köyü`nde, İstanbul`a geliyorsa, aynı şekilde Küçükçekmece Köyü`nde karşılanırdı. Padişahın karşılandığı yerde çadırlar kurulur, sofralar hazırlanırdı, karşılamadan sonra genellikle öğle yemeği yenilirdi. Yemekten sonra padişaha ve beraberinde gitmiş ise Darüssaade Ağasına ve Rikab ağalarına sadrazam tarafından peşkeşler verilirdi. Tarih yazarı Raşit efendi sultan Mustafa`nın 26 aralık 1702 günü İskender Köyü`nde böyle bir av dönüşü karşılanışını şöyle anlatıyor: “Yemekten sonra padişaha iki donanmış ve bir yedek at ve beş kese çil akçe ve altı mükemmel bohça ve çuhayla kaplanmış siyah kürk, Darüssaade Ağasına bir donanmış at ve arz ağalarına bayramlarda verilenler gibi bohçalar verildikten ve gerekli adet-i kadime yapıldıktan sonra alay ve saraylarına geldiler.”
Her av partisinin sonunda ele geçirilen hayvanların işkembe ve sakatatları av köpeklerine yedirilmiş, küçük kuşlarda yırtıcı kuşlara sunulmuştur. Av etlerinden ise çeşitli kızartmalar, ızgaralar ve yemekler yapılarak ağaç sofralar üzerinde ve çardaklar altında yenilmiştir. Geceleri ise büyük ateşler yakılmış, tabii nakkareler çalınmış ve ünlü köçeklerin ve hokkabazların oyunları seyredilmiştir.

1.6.1. Sürgün-Sürek Avı
Teşrifat-ı Kadime`ye uygun törenlerle yapılan avlar, uzun zaman alacak, günlerce sürecek avlar olup, bu tür avlarda genellikle sürgün avları yapılırdı. Bu nedenle av alanı dar, koruluğu bulunmayan İstanbul yöresinde yapılmaz, av hayvanı bol, koruluğu çok Edirne ve Rumeli yörelerinde yapılırdı. Padişahlar bu tür av yapmak istedikleri zaman İstanbul da iseler Edirne ye, Edirne de iseler Rumeli deki korulara giderlerdi. Padişahın bu arzusu silahtar ağa vasıtasıyla şikar ağalarına, Enderun halkına, doğancıbaşına, bostancı başına ve sadrazama bildirilirdi.
Eğer çok uzun sürmeyecek böyle bir av yapılacaksa, çatalca daki av sarayına, karıştıran sarayına veya İznik yöresine gidilirdi. Daha uzun sürecek bir av için Edirne`ye gitmek gerektiğinden hazırlıklar ona göre yapılır ve iki yoldan birisi seçilirdi. Bu iki yoldan birisi, Davut paşa- Büyükçekmece- Silivri- Burgaz- Babaeski ve Edirne yolu, diğeri de Davut paşa- Çatalca- Fener- Saray- Vize- Kırklareli- Hasköy ve Edirne yoluydu. İkinci yol ıstıranca ormanlarından geçtiği için avı çok diye diğerine tercih edilirdi. Avcı Sultan Mehmet çoğu zaman bu yoldan Edirne ye giderdi.
1.6.2. Törensiz Yapılan Avlar
Bu tür av, kısa süre içinde az personelle ve saraya yakın yerlerde yapılırdı. Padişah günü birliğine veya bir iki gün için av yapmak isterse, silahdarını, rikabdarlar dan bazılarını, şahinci başı ve doğancı başını, bir miktar zağarcı, samsoncu ve solak alarak sarayın yakınlarındaki av yerine giderdi. Avcı Sultan Mehmet 19 ekim 1665 pazartesi günü İstanbul daki özel bahçelerinden Fenerbahçesine biniş yapmıştı. Bahçe de gezerken iki karakuş gördü. Hemen eline bir şahin alıp kuşların üzerine bıraktı. Şahin kaldırdığı karakuşlardan birini alıp aşağı indirdi. Kendisine bu şahini veren şahinci başına ihsanda bulunduğu gibi yakaladığı karakuşu şahinci başına ve Sadrazamı Köprülü Fazıl Ahmet Paşa`ya paylaştırdı.
1.7. KURUMLAR
Devletin eliyle tertiplenen avlar, bir taraftan askeri manevra değerinde olduğu halde, bir taraftan da bir nevi eğlence karakterini almıştı. O kadar ki, yılda iki defa yapılması ve 15 gün sürmesi gereken ulu avlar tamamiyle resmiyet kazanarak, askeri devlet müessesesi haline getirilmişti. Eski ekonomik değerinden birçok şey kaybeden Osmanlı avcılığı, en son bugünkü anlamıyla milli müdafaa idaresi yapısını almıştır.
Çeşitli avcı şahin kuşlar marifetiyle yapılan bu ulu avlar ve avcılık geleneği aynı zamanda Moğol İmparatorluğu tarafından benimsenmiş, tıpkı Selçuklular ve Kıpçaklar da olduğu gibi, askeri müdafaa gücünü kazanmıştır. Hatta milli müdafaa vekaleti yerini tutmak üzere bir de avcıbaşı makamı kurulmuştur. Çünkü eski bir inanca göre, şahin ve doğanlarla yapılan büyük avlardaki kuşlar kadar, bunları yetiştiren ve terbiye edenlerinde çok büyük önemleri vardır. Av merasimi bir devlet müessesesi olarak muayyen disipline bağlanmıştır. Bu merasim askeri bir nizamla yapılmaktaydı. Daha fazla askeri mektep derecesine yükseltilmiş idi. Askeri bir manevra olarak Moğol imparatorluğunda yapılan avcılık hakkında, gezgin Marco Polo`nun verdiği bilgi çok yerindedir. Açıkladığına göre Cengizhan devrinde, sulh zamanlarında harp oyunları yerine, av ve spor merasimleri ve eğlenceleri tertiplenirdi. Bu suretle Asya ve Orta Asya Türk ve Moğol imparatorluklarında av ve avcılık daha muhteşem bir müessese haline gelmiştir. Avcılık müessesesi aynı şekliyle Osmanlı imparatorluğunda da geniş gelişme imkanları elde etmiş devletin azametine layık bir seviyeye yükseltilmiştir. Hatta IV. Mehmet; ava karşı gösterdiği düşkünlüğü yüzünden “avcı” lakabını dahi almıştır. Devlet reisinin bu müesseseye karşı aldığı bu tavır şüphe yoktur ki, devri için birçok şeyler ifade etmiştir. Zamanın Çarlık Rusya sı tarafından avcılık, tamamıyla Osmanlı sarayındaki avcılık sistemi ile aynıdır. Hatta av merasiminde yer alanların adları dahi aynı olmuştur.
1.7.1. Doğancı Koğuşu Kuruluşu
Fatih Sultan Mehmet Topkapı Sarayını yaptırıp kuruluşuna Hasoda`yı ekleyerek Enderun a ve Birun`a yeni bir düzen verince, Bölük(hasoda) Şahinciyan-ı Enderun u içeri alıp diğerlerini Birun`a bıraktı. Doğancı koğuşunun personeli genellikle Galata sarayı, İbrahim paşa sarayı ve Edirne`deki Eskisaray`da bulunan gılmanlar arasından doğancılığa hevesli ve istekli kişilerden seçilirdi. Doğancı koğuşuna Hane-i Bazyan da denilir. Kırk kişiliktir. Kaftanlı denilen Enderunluların beşinci kısmıdır. Avcı IV. Mehmet tarafından Enderun doğancıları kaldırılmıştır. Fakat önceden bir doğancı başının emrinde böyle bir Enderun halkı bulunmaktadır. Bunlarında diğer Enderun odalarında olduğu gibi bıçaklı eskileri vardır. En eskileri doğancı başının muavinidir. Diğerleri neferleridir. Kanun, nizam ve diğer adetleri diğer odalar gibidir. Hizmetleri padişaha ait doğan ve şahinleri beslemek ve uçurmayı öğrenmektir. Hükümdar ava gittiği zaman doğancı başı padişaha diğerlerinden daha yakın bulunurdu. Padişah avda bulunduğu sırada dış avcılar tarafından ve dış pazarlardan av hayvanı getiren kimseler bahşiş çıkartmak ve getirdikleri avı padişaha sunmak doğancı başının göreviydi. Doğancı başının saraydan çıkma yolu diğer arz ağaları gibi Mirahurluk, çakırcıbaşılık ve şahincibaşılıkla olurdu. Maaşı kırk akçe idi. Diğer doğan oğlanlarına seneli olarak altı ayda bir seraser dolama ve yılda birer çatma kadife üst ve birer kuşak birer de takke verilirdi. Maaşları yirmişer akçe idi.ayrıca bu doğan oğlanlarına ramazan ayında yıllık-ı padişahı denilen bir para da verilirdi.
1.7.2. Yeniçeri Ocağındaki Av Kuruluşları
Avcılığın bir düzen ve nizam içerisinde yapılmasını sağlamak amacıyla sarayda geniş ölçüde bir örgüt kurulması gerekmiş ve bu kuruluş tanzimatın ilan tarihi olan 1839`a kadar çeşitli şekillerde sürdürülmüştür. Bu örgüt sonraları yeniçeri ocağını da içine almak suretiyle genişletilmiş ve padişahın av halkı olarak maiyetini oluşturan aylıklı avcılar örgütü kurulmuştur. Saray av işlerine bakanların hepsine birden Hassa Avcılar adı verilmiştir.
1.7.2.1. Sekbanlar
Osmanlı ordusunda yeniçerilerden ayrı olarak, ilk oluşturulan kuruluşlardandır. Sekbanların başlıca görevi, padişahla beraber av yapmak ve onu korumaktır.
Fatih Sultan Mehmet 1451 yılında Karaman seferine giderken yeniçeriler bahşiş istediler. Buna kızan Fatih, Sekbanlardan 500 kişi ayırıp yeniçeri ocağına katarak orayı oluşturdu ve başlarındaki zabite de Sekbanbaşı denildi. Ayrıca yeniçeri ağalarının da Sekbanbaşılardan olmasını, 80 akçe gündelik verilmesini ve Divan`a gittiğinde ayrı sofra çıkarılmasını kanunla belirledi. Sonradan ihdas edilen yeniçeri ağaları için sofra çıkarılmayıp Sekbanbaşının tayını yenilir oldu. Sekbanbaşıların bir görevi de, şehrin emniyetini sağlamak için kol dolaşmaktı. Ancak Sultan IV. Mehmet`in sık sık ava çıkması ve bazen de uzun süre av yerinde kalması kanunu uygulanmaz hale getirmişti. O zaman Sekbanbaşılar kol dolaşır, ocağın en eski Yayabaşlarından dört tanesi padişahla beraber ava giderlerdi. Çıktıkları zaman Sancak Beyi olarak çıkarlardı.
1.7.2.2. Zağarcılar
Bunlar yeniçeri cemaatinin 64. bölüğüdür. Hasekiler, turnacılar ve saksonculardan önce bu bölük oluşturulmuştur. Fatih Sultan Mehmet`in av görevini sekbanlar yaparken, avı izlemek için zağar beslemek gerekince o zaman yeniçeri ocağında çorbacı olan 64. cemaatin yayabaşısına 25 akçe gündelik verilerek zağarcıbaşı yapıldı. Zağarcılar da uzun etek ve külah giyinirlerdi. Zağarcıbaşı, yükselince yeniçeri kathüdası olur ve sadrazam tarafından Bab-ı Asafiye çağırılarak hil`at giydirilirdi. 16. yy sonunda zağarcılar da diğer avcılar gibi bozulmuş, görevlerini gereği gibi yapmaz olmuşlardı.
1.7.2.3. Saksoncular
Fatih Sultan Mehmet`e eflak tarafından iyi ava yapan birkaç sakson cinsi köpek gönderilmişti. Bu köpeklerinde zağarlar gibi ayrı bir yerde beslenmesi gerektiği için, Yeniçeri Ocağı`nın en eski yayabaşısı olan 71. cemaat bu işle görevlendirildi. Yayabaşının yevmiyesi de 25 akçeye çıkarılıp adına saksoncubaşı denildi.
Saksoncubaşılık ocakta yüksek makam olup yükselmesi gerektiğinde zağarcıbaşı olurlardı. Saksoncuların barınağı 71. cemaat odasının yanındaydı. Ayrıca bunlar için Tophane`nin yukarısında bir de yaylak tesis edilmişti. Saksoncubaşının bir kethüdası olup saksonların ekmek, çul, zincir gibi gereksinimlerini temin etmekle görevliydi. 17. yüz yılın sonlarında saksoncular da iyi cins sakson beslemez ve yetiştirmez olmuşlardı. Bunlarında ellerinde dışarıda buldukları sakson cinsi köpekleri padişah adına alma yetkileri olduğu için yetiştirme zahmetine katlanmazlardı. Saksoncular da hasekiler ve zağarcılar gibi uzun etek ve külah giyer ellerine ucu gümüş değnek alırlardı.
1.7.2.4. Turnacılar
Turnacılar hasekilerden ayrılmış 68. bölüktür. Başlarına turnacıbaşı denilirdi. Yevmiyesi 25 akçedir. Yükselmesi gerekince saksoncubaşı olurdu. Bunlara turnacı denilmesi şöyle açıklanıyor: “Turnacılar kadimden değildir, en aşağı hasekilerdendir. Tazılarından biri Sultan Mehmet Han önünde turna almağla Padişah Hazretleri çorbacılarına turnacı namın koyup Başhasekünün üzerüne geçürüb ve bir çift odla ile ulufesin bir akçe edüb odası 68. bulunmağın anı turnacıları odabaşı eylemişdir.”
Bu olaydan sonra turnacı ismini alan eski hasekiler, yine tazı beslemeye ve toğan uçurmaya devam ettiler. Daha sonraki yıllarda Enderun la beraber iç toğanlar oluşturulunca bunların alıcı kuş uçurmalarına gerek kalmadı. Sultan I. Ahmet zamanında bu odanın tazıları var denilsin diye bir iki tazı beslemekteydiler. Turnacılar da zağarcılar ve saksoncular gibi giyinir, yalnız onlardan ayrı olarak başlarına balıkçıl kuşu kanadı takarlardı. Yeniçeri ocağındaki av kuruluşu 1730`dan sonra dağıtıldığı halde zağarcıbaşı, saksoncubaşı ve turnacıbaşı ismiyle anılan zabitlere dokunulmadı. Sultan II. Mahmut çağına kadar sembolik olarak ocakta kaldılar. Bunlar da 1826 yılında ocakla beraber tamamen kaldırıldı.
1.7.2.5. Doğan Hazinesi
Mısır 1517 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı ülkesine katıldıktan sonra, buraya atanan beylerbeyi valiler halktan topladıkları vergiyi padişahın iç hazinesine gönderirlerdi. Bu paralar tamamen padişahın özel masrafları için kullanılırdı. Bu para ile birlikte Mısır`dan alıcı kuş gönderilmesi de kanun olmuştu. Buna da “Doğan Hazinesi” deniliyordu.
Doğan Hazinesi, diğer paralarla birlikte Kahire`den büyük bir törenle uğurlanır ve karayoluyla İstanbul a gelirdi. Hazine saraya ulaşınca önünden törenle geçirildikten sonra, kapıcı başı hasekilerden birisi, silahtar veya musahiblerden birisi tarafından defteri ile karşılaştırılarak kontrol edilir ve doğanlar doğancıbaşına, paralar da hazinedarbaşına teslim edilirdi.
1.8. AV KURULUŞLARININ SONU
Hassa şahincibaşılığı 24 şubat 1828`de, çakırcıbaşılık ise 1830 da, lağv edilerek üzerlerindeki dirlikler mukataat hazinesine verilmiş ve bunlara tabi taşralardaki şahinci ve çakırcıların da muafiyetleri kaldırılıp kendileri diğer köylüler gibi vergiye bağlanmışlardır.
II. Mustafa dan sonra gelen Osmanlı hükümdarları hemen hemen avcılığı bırakmışlardır. Bu yüzden ordu içindeki avcı birlikleri ve sarayın hassa avcıları önemini kaybetmiş, yavaş yavaş ortadan kalkmışlardır. 1826`da yeniçeri ocağı, kuvvet kullanılarak ortadan kaldırılmıştır. 1839 yılından başlayan Tanzimat hareketiyle de, saraydaki bütün avcı teşkilatlarının hayatına son verilmiştir. Osmanlı padişahlarının aşırı av sevgisi ve av kuruluşlarının bu ihtişamlı varlıkları 18. yy başına kadar tam 400 sene devam etti. 18. yy başından itibaren avcılığa ilgi azaldı, kuruluşlar zamanla kaldırıldı veya sembolik olarak isimleri 19. yy ortalarına kadar devam etti.
Avcı IV. Mehmet`e kadar av örgütünde 592 kişi bu görevde bulundurulmuştur ve daha sonra bunların sayıları azaltılmış ve sonunda Enderun doğancı kuruluşu ile diğerlerinden oluşan av halkı 18. yy da Tanzimat ile kaldırılmış bulunmaktadır. Bu tarihi değişikliğin başlıca nedeni, Sultan IV. Mehmet in ve oğlu II. Mustafa nın aşırı av düşkünlükleri sebep gösterilerek tahtlarından indirilmiş olmalarıdır. Gerçek neden yüz yıllardan beri gizli gizli süre gelen devşirme Türk çekişmesi olmasına rağmen, fetvalar, bu gerçeğin etkisiyle avcılıkları yüzünden devlet işleriyle ilgilenmedikleri yönünde yazılmış olduğu için, bu konu üzerinde durulacaktır.
“Türklerin kanısı, “kuşbazı, kumarbazı öldüren o gazi” diye atasözüne dayanmaktadır. Bu avlanma tutkusu bizim zamanımızda IV: Mehmet in ve onun oğlu Mustafa nın başına gelen tüm felaketlerin ve özellikle bunların azillerinin nedeni olmuştur.”
Sultan ikinci Mustafa dan sonra padişah olan kardeşi Sultan III. Ahmet, babasının ve kardeşinin başına gelen bu acı sonuçtan ders almış olacak ki, önceleri yaptı sonra diğer sporlara ve eğlencelere yöneldi. Sultan Ahmet ten sonrakiler de aynı yolu izlediler. Bu suretle avcılık önemini yitirdi. Ancak, saray kuruluşunda çakırcıbaşı, şahincibaşı ve atmacacıbaşı sembolik olarak yerlerini korudular. II. Mahmut zamanına kadar av ağaları çok az personelle görevlerini yürütmeye çalıştılar. 1818 yılında çakırcıbaşı Mehmet said bey idi. Rumeli deki koruluklar artık korunamaz olmuş, defteri hakani de yazılı şahinci ve çakırcılardan başkaları da istedikleri gibi buralarda avlanmaya başlamışlardı. Çakırcıbaşı Mehmet Bey, bu durumu bir dilekçe ile padişaha bildirdi. Sultan Mahmut ta Rumeli valilerine ve kadılara bir ferman yazarak engel olunmasını istedi.
Takvim-i Vakayi gazetesinde şu haber görüldü: 400 seneye yakın bir süre Osmanlı padişahlarına hizmet veren bu saray kuruluşu böylece tarihi görevini tamamlamış oluyordu.

COĞRAFİ BÖLGELERİMİZDEN YÖRESEL YEMEKLER



Türk kültürünü incelerken, Türklerin 10. ve 11. yüzyıllara dayanan Orta Asya geçmişinden günümüze uzanan derin bir tarihsel süreçle karşılaşırız. Göçebe mutfak kültüründen, Anadolu’ya, Selçuklu mirasından, Bizans Geleneğine, İran-Abbasi mutfak geleneğinin etkilerinden ve uzun Osmanlı geçmişine ve bu geçmiş içinde cemaat mutfakları ile olan alışverişe bugün tanımladığımız Türk mutfağı yüzyıllar boyunca değişerek, zenginleşmiş ve olgunlaşmış büyük bir kültürel mirastır.  “Türk Mutfağı” daha çok İstanbul mutfak kültürü olarak tanımlayabileceğimiz yüksek mutfak anlayışıdır. Çünkü Türkiye’de bugün var olan yöresel mutfaklar kendi içlerinde ayrı bir tanımlama ve inceleme sahası gerektirecek kadar özel ve zengindir. “yüksek mutfak anlayışı” olarak kastedilen mutfağın Osmanlı saray ve konak mutfaklarında gelişip 19. yüzyıldan itibaren yazıya dökülmüş olan yemek kültürü olduğudur. 1844’de yayınlanmış olan Mehmed Kamil’in “Melceü’t-Tabbahin” adlı yemek kitabından, Ekrem Muhittin Yeğen’in 1970’lerde yayınlanan bugün yemek kitabı klasikleri arasında sayılabilecek olan “Alaturka ve Alafranga Yemek Öğretimi” adlı 2 ciltlik kitabına baktığımız zaman bahsettiğimiz İstanbul Mutfak anlayışını görürüz.
Geçmişe doğru yapılan bir yolculuk ile klasik Türk mutfak anlayışının temel özelliklerini nasıl tanımlarız? 15. yüzyılda İstanbul’un fethi ile başlayan bir süreç içinde 19. yüzyıl sonlarına kadar gelişen Osmanlı Saray Mutfak Kültürü geleneğinde kuzu ve koyun etiyle hazırlanan kebap, yahni, külbastı, kızartma ve köfteler, pirinç pilavının envai çeşitleri, tahıl ve baklagillere dayanan et suyu ile pişirilmiş çorbalar, yaş ve kuru meyveler ile hazırlanmış hoşaf, şerbet, şurup, reçel, çevirmeler, börek çeşitleri, etli dolmalar, sebzeler ile hazırlanan bazı tencere yemekleri, tavuk ve balık ile hazırlanan kebap, yahni ve külbastılar,- helva çeşitleri, sütlü tatlılar, baklava, güllaç ve kadayıfları görülür. Yemekler her zaman sadeyağ yani tuzsuz tereyağı ile pişirilmektedir. Baharat kullanımı Ortaçağ Avrupa’sında ya da Hint mutfağında olduğu kadar olmasa de oldukça yaygındır. Erken dönem Osmanlı Saray mutfağında kullanımı daha yaygın olan kuru ve yaş meyvelerin baharat olarak et ve pilavlarda kullanımı 19. yüzyıl mutfak geleneğinde azalmıştır. Et çeşitleri içinde dana eti tercih edilmemekte mevsimi ise kuzu diğer zamanlarda ise koyun eti kullanılmaktadır. Tavuk ve piliç gibi kümes hayvanlarının yanı sıra güvercin, keklik, kaz, bıldırcın, ördek ve 18. yüzyıldan itibaren Amerika menşeli hindi saray mutfak geleneğinde zengin sofralara sunulan ayrıcalıklı tatlar arasındadır.
Bazı araştırmacıların savunduklarının aksine balık Osmanlı Saray mutfağında Sultan ve çevresinin severek tükettiği lezzetlerin içinde yer almaktadır. Domates ve domates salçası Osmanlı mutfak geleneğinde yoktur. Colombus’un Avrupa’ya kazandırdığı lezzetler içinde bugün Akdeniz mutfağı için çok önemli yere sahip olan domates Osmanlı mutfağına 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra girmiştir. Türk mutfağında sevilerek çok kullanılan domates ve domates salçası kullanımı 20. yüzyıl başlarında başlayan bir yeniliktir. Tencere yemekleri geçmişte koruk, limon suyu, nar ekşisi ve tabii ki soğan ve çeşitli baharatlar ile tatlandırılırdı. Saray mutfaklarında sıradan halkın tükettiği bulgur yerine pirinç, bal- pekmez yerine şeker, esmer ekmek ve yufka yerine beyaz mayalı ekmek çeşitleri tüketilirdi. Domates, fasulye, patates, hindi, kakao, mısır, bazı kabak çeşitleri Amerika kıtasının keşfinden sonra, yani 15. yüzyıldan sonra Osmanlı mutfağına girmektedir.
Türklerde yemek kültürünün zengin olmasının bazı sebepleri vardır.
·         Çok geniş coğrafyada yaşamaları ve bu geniş coğrafyanın sunduğu gıda maddelerinin fazlalığı
·         Bu geniş coğrafyada değişik insanlarla iç içe yaşamaları bu içecek yaşadıkları insanlarla kültür alışverişinde bulunmaları
·         Hanların kendi beslenmelerine gösterdikleri itina
Hanların gıdalarına baktığımızda hayvani gıdaları tüketiminin fazla olduğunu görülmektedir. Yerleşik hayata geçenlerde ise bu durumun bitkisel gıdalar doğru fazlalaştığını göstermektedir Hayvani gıdaların en başında da tabii ki et gelmektedir. Sonra ise süt ve süt mamulleri yumurta ve baldır.11 yy da Türkler bu besinlerden oldukça fazla istifade ediyordu.
  Et ihtiyaçlarını en çok kuzudan sağladıkları görülmektedir. Sonra koyun eti, at eti ve sığır eti gelmektedir. Türkler eti kurutarak yemeği çoğunlukla yapıyorlardı. Pastırma eti muhafaza etme yollarından biri olarak Türklerde karşımıza çıkmaktadır. Sucuk yapma yine eti muhafaza yöntemlerinden biridir. Sirke ile kabartılmış ciğer yemekleri işkembe çorbaları soframızın en eski yemeklerindendir. Türklerin yediği bir başka et yemeği tutmaçtı. Daha çok misafirlere ikram amacıyla yapılırdı. Bitkilerden elde edilen yağda Türklerde kullanılıyordu.          
  Türklerin yediği bir başka et yemeği tutmaçtı. Daha çok misafirlere ikram amacıyla yapılırdı. Türklerde kümes hayvanı olarak çoğunluk tavuğu görmekteyiz
TIGAGU: Tavuk anlamında kullanılmıştır.
Arıcılık Türklerde yapılan bir işti yabani arılardan da faydalanılırdı. Sadece balı değil balmumu yapımında kullanılmıştır. İDİLVOLGA devletinin ticaretini yaptığı ve sattığı madde balmumudur. Bu madde OTACILAR ve EMÇİ’ler tarafından bir ilaç olarak kullanılmıştır. Balmumunu iplikleri daha sağlam hale getirmek içinde kullanmışlardır. 
Tarım ürünlerine baktığımızda buğday en başta gelmekte arpa ise daha çok hayvan yemi olarak kullanılmaktaydı. Buğday un haline getirilerek SOMUN ekmek haline getiriliyordu.
YOGO (YUFGA) : Ekmek çeşidi
Buğday yarma adı verilen kaynatılmış bulgurun en eski adıdır.
 Sebze ve meyveler ise;
 Türklerde başlangıçta sebze kelimesi yoktur. Bunun yerine Yaş kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime dilimize Farsçadan girmiştir. Meyve kelimesi yerine yemiş kelimesi kullanılmıştır.
Soğuk içecekler buz veya kar ile soğutuluyordu.
Tatlılar üzüm, erik, kayısı, gibi meyvelerin kurutulmasından sağlanıyordu. Kaşgarlı Mahmut ARGAV kelimesini ifade ederken buzluklardan buz çıkartmak için kullanılan bir tür demir çengeldir diye ifade etmiştir.
2.2. TÜRK MUTFAĞI
Beslenme biçimleri, içinde bulunulan kültürel-coğrafi-ekolojik-ekonomik yapıya ve tarihsel sürece göre şekillenmektedir. Türk mutfağı denildiğinde Türkiye'de yaşayan insanların beslenmesini sağlayan yiyecekler-içecekler, bunların hazırlanması, pişirilmesi, korunması; bu işlemler için gerekli araç-gereç ve teknikler ile yemek yeme adabı ve mutfak çevresinde gelişen tüm uygulamalar ve inanışlar anlaşılmalıdır.
Türk mutfağındaki çeşit zenginliği birçok etkene bağlıdır. Bir toplumun beslenme kültürü yaşam şekliyle yakından ilişkilidir. Yaşam şeklinin değişmesi beslenme kültürünün de zamanla değişmesine neden olur. İlk çağlarda insan, kendi yaşamını sürdürmek için doğada bulunan hayvanları avlamak bitkileri de toplamak zorundaydı. Zamanla, bunları kendi yetiştirmeye, yetiştirdiklerini saklamaya, pişirerek daha lezzetli bir duruma getirmeyi öğrendi. Diğer topluluklarda olduğu gibi, eski Türklerin yaşamı da hayvancılığa ve tarıma bağlı idi. Orta Asya'da, tarım şartları uygunsuz duruma geldiğinde, şartları daha iyi olan batı ve güneye göç etmişlerdi. Gittikleri yörelerde doğal yetişen hayvan ve bitkilerden yararlandıkları gibi, bunlardan yöre şartlarına uygun olanları yetiştirmişler ve yetiştirdiklerini basit tekniklerle işleyerek bulunmayan zamanlarda kullanmışlardır.
İnsan beslenmesinde esas olan ekonomik hayvan ve bitkilerin anavatanlarına bakıldığında, çoğunun Türklerin yaşadıkları Orta Asya ve Akdeniz çevresine ait olduğu görülür Eski Türklerde eti yenen hayvanların başında koyun gelir. Bunu sırasıyla keçi ve sığır izler. Bu hayvanlar aynı zamanda süt üretimi için kullanılmaktaydı. Eski Türklerde kısrak da süt üretimi için kullanılmıştır. Kesilen hayvanın eti yanında ciğeri, kellesi, dalağı, yüreği, böbrekleri, işkembesi, beyni ve kalın bağırsağı da kullanılmaktaydı. Kesilen hayvanın eti ve sakatatı "tandır" adı verilen toprak kuyuda veya ateş üzerinde çevrilerek pişirilirdi. Ayrıca sonbaharda kesilen hayvanın eti küçük parçalara kesilerek yağı ile birlikte pişirildikten sonra küplere doldurulup kış için saklanırdı. Bu uygulamaya "kavurma" denmektedir ve günümüzde de özellikle köylerde sık yapılmaktadır. Etin diğer bir saklama yöntemi tuzlayıp baharatlayarak kurutmadır. Pastırma ve sucuk bu teknikle eski çağlardan beri yapılmaktadır. Etin kemikli kısmı tuzlanarak ağaçlara asılıp saklanırdı. Bu uygulama da halen bazı köylerde sürdürülmektedir. Süt, süt olarak içildiği gibi, yoğurt, kımız ve peynir yapılarak da kullanılmaktaydı. Mayalanmış kısrak sütünden yapılan kımız eski Türklerin önemli bir içkisiydi. Kımız, hayvan derisinden yapılan tulumlarda saklanırdı.
Sütten yapılan yoğurt taze olarak yendiği gibi, kurutularak kış için saklanırdı. "Kurut" adı verilen bu uygulama halen bazı yörelerimizde sürdürülmektedir. Yoğurt, ılık su katılarak hayvan derisinden yapılan tulumlarda yayılarak tereyağı elde edilirdi. Tereyağı ayrıldıktan sonra kalan ayrana tuz katılarak kaynatılıp süzüldükten sonra "çökelek", "keş", "lor" gibi adlarla anılan bir tür peynir yapılırdı. Bu uygulamalar da halen sürdürülmektedir. Ancak son yıllarda elektrikli yayıklar tulumun yerini almıştır. Bitkisel besinlerin başında buğday ve arpa gelmekteydi. Buğday başaklarında taneler sertleşmeden alevde ütülür ve dövülerek yenirdi. Olgunlaşmış buğday yıkandıktan sonra "dibek" adı verilen oyulmuş taş içinde dövülerek "yarma" yapılarak kullanılır. Bazı yörelerde "dövme" de denilen yarma kaynatılarak tereyağı eklenip yendiği gibi, çeşitli yemeklerde de kullanılmaktadır. Buğday kaynatılıp kurutulduktan sonra elle veya su ile döndürülen taşlar arasında kırılarak bulgur yapılırdı.
Bulgur günümüzde de özellikle köylerde önemli bir besindir. Günümüzde el ve taş değirmenlerinin yerini petrolle çalışan değirmenler almaktadır. İnsan ve hayvan veya su gücü ile döndürülen taş değirmenlerde buğdayın öğütülerek un haline getirilmesi işlemi az da olsa bazı kırsal yörelerde halen uygulanmaktadır. Unun su ile yoğrulup tandırlarda veya sac üzerinde pişirilmesi şeklindeki ekmek yapma tekniği de eski çağlardan beri devam eden bir uygulamadır. Günümüzde tüketilen ekmeğin önemli bir bölümünü sac üzerinde pişirilen yufka ve bazlama ile tandırda pişirilen bazlama oluşturmaktadır. Hamur açıldıktan sonra içine, peynir, kavurma, ceviz gibi yiyecekler konarak köz içinde veya sac üzerinde pişirilirdi. Günümüz Türk mutfağının önemli ürünlerinden olan börek, gözleme, katmer ve pidelerin bu uygulamaların geliştirilmesiyle ortaya çıktığı söylenebilir. Hamur açıldıktan sonra küçük parçalara kesilerek et veya mercimekle pişirilmesiyle yapılan "tutmaç" aşı da eski Türklerden günümüze gelen yemeklerdendir. Mantı da bir nevi tutmaç türevi sayılabilir. Dağlık, kurak yörelerde buğday iyi yetişmediği için çavdar ekerlerdi. Çavdar, aynen buğday gibi un, bulgur ve yarma yapılarak kullanılırdı. Arpa da önemli tahıllardan biriydi. Eski Türklerde kaynatılmış buğday, arpa hamuru ile yoğrularak bir keçeye sarılır ve iyice yumuşadıktan sonra pişirilerek yenirdi.
Buğday ve arpa ezmesinin mayalandırılmasıyla boza yapılırdı. Bu uygulama da halen sürdürülmektedir. Arpa ve darının mayalandırılmasıyla bira benzeri içki yapılır ve toprak küplerde bekletilirdi. Üzümden şarap yapıldığı da bilinmektedir. Elma, erik, armut, ayva, üzüm gibi meyveler taze olarak yendiği gibi kurutularak kış için saklanırdı. "Kak" adı verilen kurutulmuş meyveler kış aylarında su ile pişirilir, pekmez katılarak tatlandırılırdı. Kuru meyvelerin pekmezle tatlandırılarak pişirilmesiyle yapılan "hoşaflar" kış günlerinin önemli tatlılarından birini oluşturmaktaydı. Üzümden yapılan pekmez buğday veya çavdar unu ile pişirilerek helva yapılırdı. Bu uygulamalar bazı yörelerimizde halen sürdürülmektedir. Başta patlıcan olmak üzere, salatalık, havuç, ıspanak, soğan ve turp gibi sebzeler Türklerin beslenmesinde eski çağlardan beri önemli yer tutmaktadır. Bunun yanında, ilkbaharda bahçe ve tarlalarda kendiliğinden yetişen birçok ot da toplanıp çiğ veya pişmiş olarak yenmekteydi. Bunlardan, madımak, yemlik, yarpuz, töhmeken gibi birçok ot günümüzde de sebzenin az bulunduğu ilkbahar aylarında Anadolu insanının beslenmesine katkıda bulunmaktadır. Patlıcan, biber kurutularak, asma yaprağı salamura yapılarak kışın da kullanılabilmektedir.
2.2.1. Çorbalar
Çorba özellikle kış aylarında Türk mutfağının vazgeçilmez bir parçasıdır. Mercimek ÇorbasıEzogelin Çorbası,Yoğurt Çorbası ve Tarhana Çorbası en çok tercih edilen çorbalardır. Ancak Türk mutfağı bunların yanı sıra sayısız miktarda çorbalar içerir. EtlerSebzeler ve baklagiller genellikle çorbaların ana malzemeleridir. Et suyu, unyoğurt ve şehriye bu malzemeleri çorba haline getirmek için kullanılır. İşkembe Çorbasının alkollü içkilerin neden olduğu baş ağrısına iyi geldiği inancı yaygındır. Özellikle şehirlerde yer alan işkembeci lokantaları geç saatlere kadar açık kalarak müşterilere işkembe çorbası servisi yaparlar.
2.2.2. Et Yemekleri
Türk mutfağındaki et yemeklerinin çoğu kebaplarköfteler ve sulu et yemekleri sınıfındaki yemeklerdir. Kebaplar genellikle lokantalarda yenen ve ızgara yöntemiyle hazırlanan yemeklerdir. Kebaplar arasında döner kebap en sevilen kebaplar arasındadır. Ayrıca Adana Kebabıİskender kebap ve pirzola da çok yaygındır. Köfteler kıymanın ekmek içi, soğan ve çeşitli baharatlarla yoğrularak pişirilmesi yoluyla yapılan yemeklerdir.Izgarafırınlamakızartma veya sulu yemek olarak yapılabilir. İnegöl Köftesi yurt çapında en çok sevilen köfteler arasındadır. Sulu et yemekleri arasında GüveçKâğıt Kebabı ve çeşitli Türlü ve Yahniler sayılabilir. Ayrıca Türk mutfağında çok sayıda balıktavuk ve sakatat yemekleri mevcuttur. Türk mutfağı sebze yemekleri açısından çok büyük bir çeşitliliğe sahip bir mutfaktır. Dolmalar ve sarmalar, etli sebze yemekleri, kızartma sebzeler ve zeytinyağlıların sayısız çeşitleri mevcuttur.
2.2.3. Sebze Yemekleri
Türk mutfağı sebze yemekleri açısından çok büyük bir çeşitliliğe sahip bir mutfaktır. Dolmalar ve sarmalar, etli sebze yemekleri, kızartma sebzeler ve zeytinyağlıların sayısız çeşitleri mevcuttur Dolmalar ve sarmalar hem etli hem de etsiz (Yalancı Dolma) olarak hazırlanabilirler. Etki dolmalar kıyma, pirinci soğan ve domates salçası içerirler. Yalancı dolmalar ise pirinç, soğan, kuş üzümü ve çam fıstığı kullanılarak yapılır. Lahana veasma yaprağı sarmaları hazırlamak için kullanılır. Dolmalar için en çok kullanılan sebzeler biberkabak,domatespatlıcan ve soğan gibi sebzelerdir. Etli sebze yemekleri kıyma ve parça etin sebzelerin yanı sıra pişirilmesi yoluyla hazırlanırlar. Etli fasulye, karnıyarık, patlıcan musakka, etli kabak, etli bezelye, etli türlü, etli mercimek ve nohut, etli ıspanaklahana ve pırasa dâhil çok sayıda yemek mevcuttur. Birçok sebzekızartılarak ve ızgara yöntemiyle pişirilebilir. Patlıcan kızartma, kabak kızartma, biber, domates, havuç vemücver çok sevilen kızartma çeşitleri arasındadır. Ayrıca zeytinyağlılar Türk mutfağında kendine has bir yer kaplar. Bu yemekler bazen daha ucuz olan diğer sebze yağlarıyla da hazırlanabildikleri halde zeytinyağlılar olarak bilinirler. Zeytinyağlı taze fasulye, fasulye pilaki, zeytinyağlı dolma, zeytinyağlı enginar ve bakla bu sınıfa giren yemekler arasındadır. Türk mutfağındaki sebzeler arasında patlıcan çok özel bir önem taşır. Patlıcan sebze olarak dünyanın birçok ülkesinde yendiği halde çeşitlilik açısından Türk mutfağını dünyanın en çok patlıcan yemeğine sahip mutfak olarak saymak bir abartma sayılamaz. Türk mutfağında patlıcan dolma, kızartma, musakka, pilav, salata ve ızgara dâhil sayısız patlıcan yemeği mevcuttur.
2.2.4. Hamur İşleri
Lahmacunpide ve börekler Türk mutfağının en sevilen hamur işleri arasındadır. Ayrıca pilav ve makarnalar da bu sınıfa katıldığında çok geniş bir çeşitlilik ortaya çıkar. Lahmacun ve pideler genellikle lokantalardafırınlama yöntemiyle hazırlanırlar. Bu yemeklerin çok sevilmesi nedeniyle bu konuda ihtisaslaşan lahmacun ve pide salonları ortaya çıkmıştır. Börekler ise hem evde hem de lokantalarda hazırlanabilir. Çok sayıda çeşidi olan börekler Fırınlama veya kızartma yöntemleriyle hazırlayabilirler. Gene börek konusunda ihtisaslaşmış börek salonları mevcuttur. Kıymapeynir ve ıspanak en yaygın börek içleri arasındadır. Evlerde hazırlanan börek hazır yufka veya undan açılan yufka kullanılarak hazırlanır. Hazırlaması oldukça zahmetli olan Su böreğiise açılan yufkanın suda kaynatılmasından sonra kullanılmasını gerektiren bir börek türüdür
2.2.5. Tatlılar
Türk mutfağı tatlılar açısından çok zengin bir dünya mutfağıdır. Türk tatlıları çok geniş bir çeşitlilik gösterirler. Baklavakadayıflokma gibi hamurlu tatlılar, muhallebikeşkülkazandibi gibi sütlü tatlılar, hoşaf ve kompostolar, revanihelvaaşure ve Kabak Tatlısı gibi tatlılar geniş bir yelpazeye sahiptirler. Baklava Türk mutfağının en tanınmış tatlıları arasındadır. Çok ince açılmış yufkanın arasına fındıkceviz veya Antep fıstığıkonarak pişirilmesinden sonra bir şerbetle tatlandırılması yoluyla hazırlanır. Tel kadayıf ise çok ince teller halinde satılan hamurla hazırlanır ve baklavanın içine benzer içlerle doldurularak fırında kızartıldıktan sonra şerbetle tatlandırılır. Sütlü tatlılar sütün şekerle kaynatıldıktan sonra nişastapirinç veya pirinç unu ile katılaştırılması yoluyla hazırlanırlar. Kazandibi ise muhallebi gibi hazırlandıktan sonra elde edilen tatlının bir tepside kızartılarak karamelleştirilmesi sonucu elde edilen ilginç bir Türk tatlısıdır. Tavuk Göğsü de sütlü bir tatlıdır, söz edilen bu malzemelerin yanı sıra ince bir şekilde didiklenen tavuk etinin göğüs kısmını da içerir.Revaniİrmik helvası gibi bazı tatlıların yapımında irmik kullanılır. Türkiye'deki dinsel inançlar arasında özel bir yeri olan aşure buğday, kuru üzümfasulye ve nohut gibi birçok bitkisel malzemeler kullanılarak hazırlanan bir tatlıdır. Kabak tatlısı balkabağının şekerle pişirilmesi yoluyla hazırlanır. Sonbahar ve kış aylarında tercih edilen Türk mutfağına has bir tatlıdır.
2.2.6. İçecekler
Dünyanın her yerinde sevilen gazlı içeceklerbira ve meyve sularının yanı sıra Türk mutfağının kendine has içecekleri de mevcuttur. Yoğurdun sulandırılmasıyla yapılan ayran tamamen Türkiye'ye özgü bir içecektir. Bunun dışında bozaşalgam suyu ve şerbette Türkiye'nin kendine özgü soğuk içecekleri arasındadır. Sıcak içecekler arasında Türk kahvesi ve Türk çayı özel bir yer kaplar. Türk kahvesi kabaca çekilmiş kahvenin cezvedenilen uzun saplı kaplar içinde pişirilmesiyle hazırlanır. Dünya çapında ün kazanmış olan Türk kahvesi fincandenilen küçük bardaklar içinde servis edilir. Türk çayı günümüzde tercih edilme açısından kahvenin tahtına oturmuş bir sıcak içkidir. İki parça çaydanlık veya semaver kullanılarak toz çaydan hazırlanır. İnce belli çay bardaklarında servis edilir. Türk çayı da hazırlanma yöntemi nedeniyle dünya çapında bir ün kazanmıştır. Alkollü içkiler arasında rakı Türk mutfağında en çok tercih edilen içkidir. Üzümden elde edilen alkolün anasontohumu ile iki veya üç kez damıtılmasından elde edilir. Türk mutfağının geçmişi çok eskilere dayanan tarihsel alkollü içkisidir. Rakının çok arkasında gelmesine karşılık bira ve şarap ta giderek yaygınlık kazanmaktadır. Yerli üzümler kullanarak hazırlanan Türk şarapları lezzet ve çeşitlilik açısından dünyada adlarını duyurmaya başlamıştır.
2.3. İSLAM DİNİNİN TÜRK MUTFAĞI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Kuran’da tek yasaklanmış hayvan domuzdur. Bunun yanında, zamanla, eşek, at, katır gibi tek tırnaklı hayvanların eti ve sütü; kertenkele, sümüklüböcek gibi sürüngenlerin, kurbağa, tilki gibi hayvanların yenmemesi öğütlenmiştir. Günümüzde bu tür hayvan etlerinin Türk mutfağında yeri yoktur. İslam dinince alkol yasaklandığından mayalanma sonucu, asit yanında alkolden oluşan içeceklerden vazgeçilmiştir. Bunun yanında, içinde az miktarda alkol bulunan kefir, bazı yörelerimizde az miktarlarda ve genellikle sağlık gerekçeleriyle yapılmaktadır. İslam dini ile birlikte Arap mutfağı da Türk mutfağını etkilemiştir. Özellikle Güneydoğu yöremizin yemeklerinde Arap beslenme kültürünün etkisi fazladır. Fazla miktarda baharat, özellikle acı biberin çok kullanımı bu etkinin örneklerindendir.
2.4. DİĞER MUTFAKLARIN TÜRK MUTFAĞI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Türkler Anadolu'ya yerleştiklerinde daha önce yaşayan insanların beslenme sistemlerinden etkilenmişlerdir. Fasulye, nohut, mercimek, bezelye gibi kuru baklagiller, lahana, karnabahar, maydanoz gibi sebzeler Akdeniz çevresi besinlerindendir. Türkler Anadolu'ya yerleştikten sonra daha önce bu yörede yaşayan Hitit ve Bizans kültürlerinin de etkisiyle mutfak araç ve gereçlerini geliştirmişler, besinlerini çeşitlendirmişlerdir. Anadolu'ya gelirken İran kültürü ile de etkilenmiş olmaları doğaldır. Osmanlı İmparatorluğu'nun gelişmesine paralel olarak Türk mutfağı önemli gelişme göstermiştir. Mutfak, saray yaşamının önemli bir parçası haline gelmiştir. Aşçılar padişah erkânının hoşuna gidecek yemekleri üretebilmek, saraylarda verilen ziyafetleri daha gösterişli duruma getirebilmek için birbiriyle yarış ederek Türk mutfağının zenginleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Türk mutfağı en hızlı gelişimini Fatih döneminde göstermiştir. Fatih döneminde beslenmede yer alan hayvansal besinlerin başlıcaları; koyun, tavuk, kaz, yumurta, süt, yoğurt, işkembe, paça, kelle ve balıktır. Sebzelerden ıspanak, lahana, pırasa, patlıcan, kabak, salatalık; kuru baklagillerden mercimek, nohut; tahıllardan un, bulgur ve pirinç, bitkisel besinlerden en çok kullanılanlardır. Sebzeler yemeklerde kullanıldığı gibi turşular da yapılmaktaydı. Süt yağı en çok kullanılan yağ türüdür. Zamanla zeytinyağı da mutfaklara girmiştir. Saray mutfağının en önemli bir bölümü tatlı yapımına ayrılmıştır. En çok kullanılan tatlandırıcı bal ve pekmezken, zamanla şeker, bunların yerini almaya başlamıştır. Baharat, saray mutfağının önemli malzemelerindendir. En çok kullanılanlar; kimyon, safran, hardal, kişniş, biber ve tarçındır. Tat verici olarak maydanoz, nane, sarımsak ve soğan kullanılmıştır. Halkı yönetenin bir görevi de onları doyurmak olduğundan, vakıf imaretlerinde aşevleri oluşturulmuştur Aşevlerinde gelenlere günde iki kez yemek verilirdi. Aşevlerinde, ekmek yanında, en çok verilen yemekler; pilav, çorba, sebze ve et yemekleridir Cuma günlerinde ve Ramazanda bunlara helva, zerde ve bal gibi tatlılar eklenirdi
2.5. TÜRK MUTFAĞININ DÜNYADAKİ KONUMU
Türk mutfağı deyince akla, Türk tarihi gelmelidir, çünkü bir millet kolaylıkla ağız tadını kaybedemez. Binlerce yıldan beri alıştığı yemesinden vazgeçemez. Ayrıca mutfaktaki Türk kadını da tutucudur. Yemek pişirme geleneği de atalarından gelir. Şimdiki gibi görgü ve bilgiyi değiştirebilecek bir çevresi de yoktur. Ancak her milletin mutfağının temelini oluşturan en önemli neden ekonomik ise de kendi örf ve adetlerine bağlı kalmaları ile dünyadaki saygınlıklarını yaşatmaktadırlar. Hayvancılık Türklerin tarihin başlangıçlarından beri dayandıkları en önemli ve belki de zaman zaman tek ekonomik temel oluşturmuştur. Türkler Orta Asya'da olsun Anadolu'da olsun, yerleşik hayata geçtikten sonrada hayvancılığı bırakmamışlardır. Aslında hayvancılık, herkesin evinde birkaç ineğinin veya birkaç koyununun bulunması değildir. Daha doğrusu Türklerin hayvancılığı denince hatıra Yaylacılık gelmelidir: Büyükbaş hayvancılık ve koyunculuk sürü ile en az 200 veya 300'den başlar. Türkler gelmeden önce de Anadolu'da hayvancılık veya koyunculuk vardı gibi iddialar bilimsel dayanaktan yoksundurlar. Yaylacılık Anadolu'ya Türkmen'ler ile birlikte gelmiştir. Can ve mal emniyeti olmayan Anadolu'da o çağlarda kim hayvancılık yapabilirdi? Türkler ise her zaman bir ordu düzeni ile hayvancılık yapmışlardır. Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi de bir koyuncu idi. Buğday ise Türk ekonomisinin ikinci temelini oluşturur. Bunu hububat şeklinde ele alırsak daha doğru olur. Çünkü buğday ekmeyen ve buğdayın yerine, arpa ve darı ekmişlerdir. Arpa ile darının yetişmesi daha kolaydır. Ayrıca bunlar her iklimde de yetişebilirler. Ancak Oğuzlar gibi güçlü Türk kesimlerinin, ekonomik imkânları bol idi. Bu demektir ki Türklerin mutfakları da bir olmakla birlikte, toplulukların göçleri bakımından ve kullanılan materyallere göre birbirlerinden ayrılabiliyorlardı.
2.6. TÜRK YEMEK KÜLTÜRÜNÜN YÖRELERE GÖRE FARKLILAŞMASI
Genel olarak tahıl, çeşitli sebze ve bir miktar etle sulu olarak hazırlanan yemek türleri, çorbalar, zeytinyağlılar ve hamur işleri ve kendiliğinden yetişen otlarla hazırlanan yemeklerden oluşan Türk Mutfağı; pekmez, yoğurt, bulgur vb. gibi kendine özgü sağlıklı yiyecek türlerini de ortaya çıkarmıştır. Ülkemiz, coğrafi bölgelere göre farklı kültürel özellikler gösterir. Öyle ki, Anadolu, bir kültür mozaiğidir. İşte farklı yöreler yemek alışkanlıklarında da farklılık gösterir. Türkler Anadolu’ya yerleştiklerinde daha önce yaşayan insanların beslenme sistemlerinden etkilenmişlerdir. Yemek çeşitleri, yapımı, kullanılan malzemeler, Anadolu’da bölgeler arasında geniş bir farklılaşma gösterir.  Yöreden yöreye farklılaşan lezzetleri barındıran yeme-içme biçimleri, özel gün, kutlama ve törenlerde ayrı bir anlam hatta kutsallık taşır. Türk Mutfağı, çeşit zenginliği ve damak tadına uygunluk yönünden olduğu kadar birçok yemek ve yiyecek türü ile sağlıklı ve dengeli beslenmeye ve vejetaryen mutfağına kaynaklık edebilecek örnekleri barındırmaktadır. Türkler, Orta Asya’dan konserve türündeki yiyeceklere ilişkin kültür ürünlerinden yoğurt, pastırma, bulgur ve tarhanayı Anadolu’ya getirmişlerdir. Bu yiyecekler tamamen Türk buluşudur. Esasen bunlar, Türklerin göçebelik, hayvancılık ve tarıma dayalı sosyo-ekonomik yapılarının gereği olarak yaratılmış kültür ürünleri idi. Türkler Orta Asya’da şu yiyecekleri biliyorlardı;
Sebze: Havuç, kereviz, salatalık patlıcan, marul, soğan, ıspanak, turp.
Meyve: Elma, armut, erik, ayva, üzüm, kavun.
Tahıl-Baklagiller: Arpa, buğday, bakla, mercimek, çavdar.
2.7. COĞRAFİ BÖLGELERİMİZDEN YÖRESEL YEMEK ÖRNEKLERİ
2.7.1. İç Anadolu Bölgesi
Bölgeler arasında İç Anadolu, 455 çeşit yiyecek ve içecek çeşidiyle ilk sırada yer alıyor. İç Anadolu yöresinde daha çok tahıl ve hamur işleri, fırınlı, pirinçli yemekler ağırlıktadır halkın yiyecek kültüründe buğday ürünü un (çeşitli hamur işleri) ve bulgur başta gelir. Koyun eti, yoğurt, patates ve sebzeler (patlıcan, taze fasulye) önemli bir yer tutar. Özel günlerde kuzu tandır, bulgur pilavı, nohutlu yahni, su böreği, mantı, un helvası, sütlaç yapılır. Gözleme, en sevilen hamur işi yiyecektir. Kayseri mantısı ise dillere destandır.
2.7.1.1. Elma Dolması
Şekil 1. Elma Dolması

Malzemeler
·         6 elma
·         250 gr yağlı kıyma (iki kere çekilmiş)
·         1 yemek kaşığı kişniş
·         1 fincan pirinç
·         1 yemek kaşığı tereyağı
·         2 fincan su
·         1 bardak şeker veya pekmez
·         Tuz
Yapılışı
Elmaların sap taraflarına gelen yerden bıçak yardımıyla kapak biçiminde kesin. Oyacakla çekirdek yuvasını ve etinden bir parçasını çıkartın. Diğer tarafta pirinci haşlayın. Kıymayı suyunu salıncaya kadar kavurup kişniş ve pirinci kıymaya ilave edin. Daha sonra içerisine tuz ekleyerek kavurun. Bu karışımı, elmalara sıkışık olmayacak şekilde doldurun. Elmaları fırın tepsisine dizin. Üzerine biraz tereyağı ilave edip yarıya kadar su dökerek fırına sürün. İki taşım kaynayınca şeker veya pekmezi ilave edin. Hafif ısıda, elmalar yumuşayıncaya kadar pişirin. Sıcak olarak ikram edin.
2.7.1.2. Arabaşı
2. Arabaşı

Arabaşı geleneği binlerce yıldır İç Anadolu’ya özgü. Bazen Konyalılar, Ereğlililer, Yozgatlılar, Karamanlılar bazen de Kayserililer, bu ilginç yemeğin kendilerine has olduğunu iddia ederler. İçine limon ve yoğun şekilde pul biber karıştırılarak sıcak yenen arabaşının kıvamını tutturan kadın, bölgemizde en hamarat ev hanımı olarak görülür

Malzemeler
·         1 adet tavuk,
·         1 tatlı kaşığı domates ve biber salçası,
·         3 tatlı kaşığı un,
·         1–2 kaşık sıvı yağ,
·         Tuz ve limon
Yapılışı
Çorbası için;
Tavuk düdüklü tencerede 20–25 dakika haşlanır. Haşlanan tavuk didiklenir. Başka tencerede 2 kaşık un kavrulur, üzerine yağ ve salça eklenir. Daha sonra tavuğun suyu eklenerek kaynatılır. İçerisine tavuk parçaları atılıp ateşten alınır.
Hamuru için;
Malzemeler:
·         1 su bardağı un
·         5 su bardağı su
·         Tuz
Öncelikle tencerenize 3 su bardağı suyu ve tuzunu ekleyip kaynamasını bekleyin. Başka bir kapta 2 su bardağı suyu ve unu içinde mikserle iyice çırpın ve kaynayan suyun içine yavaş yavaş bir yandan da karıştırarak dökün. Kaynayınca 15–20 dakika sürekli karıştırarak kaynatın. İşlem bittikten sonra tepsinize dökün ve soğuması için ya buzdolabına ya da soğuk havalarda balkonunuza koyabilirsiniz. Benim tepsim yuvarlak fırın tepsisiydi ve de iyi geldi. Servis edeceğinizde hamuru baklava dilimi gibi kesin ve ortadan çorbayı koymak için yer açın. Sıcak çorbayla birlikte servise hazırdır.

2.7.2. Karadeniz Bölgesi
Bu bölgemizde 397 tane yemek çeşit bulunmaktadır. Karadeniz yöresi halkının beslenmesinde başlıca yiyecekler; hamsi, mısır ekmeği ve mısır yemekleri, karalâhana, patates ve fasulye önemli bir yer tutar. Hamsili pilav, sütlaç, tutmaç çorbası, ovmaç çorbası, çerkez tavuğu, un ve irmik helvası, özel gün yiyeceklerini oluştururlar.
2.7.2.1. Hamsi Kuşu 
 3. Hamsi Kuşu
Malzemeler
·         1200 gr hamsi
·         2 tatlı kaşığı tuz
·         1/4 demet maydanoz
·         2 orta boy soğan
·         2.5 yemek kaşığı zeytinyağı
·         1/2 yemek kaşığı çamfıstığı
·         1/2 su bardağı pirinç
·         1 Su bardağı su (sıcak)
·         1/2 yemek kaşığı kuşüzümü
·         1/4 tatlı kaşığı karabiber
·         1/4 tatlı kaşığı şeker
·         1/3 su bardağı mısır unu
·         2 adet yumurta
·         6 yemek kaşığı sıvı yağ
Yapılışı
Balıkları temizlenir, kuyruklarını koparmadan kılçığını çıkarılır, yıkanır, 1 tatlı kaşığı tuz eklenip, karıştırılır, süzgeçte 15 dakika bekletilir. Maydanoz yıkanıp ayıklanır. Soğan soyup yıkanır ince ince doğranır. Zeytinyağı ve çamfıstığı ile birlikte tencereye koyup kapağı kapatılır. Kısık ateşte ara sıra karıştırarak 7–8 dakika öldürülür. Pirinci yıkanır süzülür. Soğana katılır. 1–2 kez çevir. Suyu ve kalan tuz koyup, karıştırılır. Kuşüzümünü serpilir. Önce orta, sonra kısık ateşte suyunu çekene değin 15–20 dakika pişirilir. Maydanozu kıyılır, karabiber ve şekerle birlikte pilava eklenip, karıştırılır. Hamsilerden iki adedinin boş kısımlarını mısır ununa batırılır, kuyrukları aynı tarafa gelecek şekilde avucuna serilir ortasına 1 tatlı kaşığı kadar pilav konur, üçüncü hamsinin de dış kısmını unlanır için üzerine kapatılır, kuyruk ve baş kısımlarını bükerek iyice yapıştırılır. Kuşa benzer dolmalar yapılır.
Yumurta çırpılır. Dolmaları batırarak kızdırılmış derin yağda kızartılır.
 Şekli kuşa benzediği için bu adı almıştır. Hamsi Dolması da denebilir. Sebze salatası ile servis edilir.
2.7.3. Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kırmızı et ve bu bölgede yetiştirilen baklagiller fazlaca tüketilir. Ayrıca Türkiye’nin en zengin mutfağına sahip Gaziantep bu bölgededir. Bu bölgede 425 tane yemek çeşidi mevcuttur. Ayrıca bu bölgemizde Arap beslenme kültürünün etkisi fazladır. Bol baharatlı yiyecekler, özellikle acı biberin kullanımı, başlıca örneklerden birisidir. Güneydoğu illerinde hamur tatlıları çok yaygındır. Fıstıklı, ağır tatlılar bu yörede çok popülerdir. Ayrıca baharatlı kebaplar da yörenin belirgin özelliğidir. Kısır, içli ve çiğ köfteler de yine bu yörenin karakteristik yiyeceklerindendir.

7.4. Doğu Anadolu Bölgesi
Doğu Anadolu yöresinde buğdaydan yapılan un, yarma ve bulgur başta gelir. Bu bölgemizde 425 çeşit yemek mevcuttur. Yoğurt ve peynir, süt ürünleri arasında en çok tüketilendir. Et de çok sevilir fakat ekonomik zorluklar nedeniyle fazla türetilmez. Tereyağı yerine de margarin kullanılır olmuştur. Ama hayvansal yağ çok kullanılır. Özel günlerde etli, kuru baklagiller, yahniler, yoğurtlu çorbalar, kete, pişi ve kadayıf yapılır.
2.7.5. Marmara Bölgesi
Marmara ve Trakya yöresinde ise buğday ürünleri, pirinç, koyun eti, yoğurt ve peynir başta gelir. En çok tüketilen yağ türü, ayçiçeği, zeytinyağı ve margarindir. Bursa döneri, İskender çok tanınmıştır. Tekirdağ köftesi, İnegöl köftesi çok lezzetli ve ünlüdürler. Bu bölgemizde 184 çeşit yiyecek ve içeceğe sahiptir. Özel günlerde koyun etinden yapılan yemekler başta gelir. “Elbasan tava” bu yemeklerin en ünlüsüdür. Gaziler helvası, peynir helvası da Trakya’da sık yapılan tatlıdandır. Silivri’de yoğurt, Edirne’de peynir, İstanbul’da kazandibi ve tavukgöğsü ve saray güllacı çok ünlüdür.
2.7.6. Ege Bölgesi
Ege yemek kültürünün temelini zeytinyağı oluşturur. Etli yemekler, sebzeler, pilav, dolmalar, tamamen zeytinyağlı olarak pişirilir. Salata ve haşlanmış otlar üzerine zeytinyağı ve limon konulur. Kahvaltıda genellikle zeytin ve zeytinyağı bulunur. Taze zeytinyağının üzerine karabiber, tuz ve istenirse kekik serpilir. Kızarmış ekmek ya da taze ekmek içine banarak tulum peyniri ile yenmesi çok popülerdir. Kalp ve damar hastalıklarına karşın en iyi çare zeytinyağıdır.
2.7.7. Akdeniz Bölgesi
Akdeniz yöresinde başta börülce, pırasa, patlıcan olmak üzere sebzeler diğer yörelerden daha çok kullanılır. Çeşitli otlar da bolca tüketilir. Zeytinyağı en çok kullanılan yağ türüdür. Çeşitli dolmalar pirinçle yapılır. Keşkek, patlıcan böreği, mercimekli bükme, katmer, çeşitli yahniler, gözleme, özel gün ve yemeklerin başında yer alır. 184 yemek çeşit bulunmaktadır.