HOŞGELDİNİZ

Aradığınız konularda size yardımcı olabildiysem ne mutlu

Bu Blogda Ara

16 Ekim 2010 Cumartesi

TARİHTEN GÜNÜMÜZE TÜRK EĞLENCE KÜLTÜRÜ

Kültür bir algılama, yorumlama, süzgeçten geçirme ve yaşama biçimidir. İnsan; evreni, canlıyı ve maddeyi kendi hayat ilkeleriyle bağdaştırırken, ortaya çıkan bütün değeler kültür ürünü olarak adlandırılır. Uygarlık ve bilgi birikimi, kültür ile ölçülür. Kültür değerlerini ayrıştırıp bakıldığında, kişinin ve toplumun çok da farkında olmadan yaşadığı bir alanın ne kadar önemli olduğunu gözlemleriz..!
Bu araştırmada, Türk kültür değerlerinden “eğlence hayatımız” üzerinde duracağız. İnsanlığın eğlence anlayışı birbirine çok benzer özellikler gösterebilir. Bilgi ve öğrenme, ayrıntılara inildikçe kazanılır. Başlangıcından günümüze, neden, niçin, nasıl, nerede, niye ve kimlerle birlikte eğlendiğimiz o kadar ilginç ve önemli ki..!
Eğlenceyi yönlendiren başlıca alt alanlara baktığımızda olumlu ve olumsuz pek çok bağımlılık, tutku, oyun, yarış, tören, kutlama, gösteri, şölen, festival, karnaval, anma vb. etkinliklerle karşılaşırız. Bu etkinleri tamamlayan doğa, hayvan, eşya ve araçlar, eğlence hayatının vaz geçilmez unsurlarıdır. Dünya hayatının bir oyun veya bir eğlence olmadığı bilinmekle birlikte, insanlar ve havanlar bazen kendi sınıfları içinde ve bazen de hep birlikte eğlenirler... Eğlencenin içinde kara, su, hava ve ateş vardır. Yani canlının dört temel ihtiyacı... Bir başka deyişle eğlence, insan hayatın beşinci temel ihtiyacı gibidir..
Ulusal kültür tarihimizin temel kaynaklarından olan eğlence hayatımız, gelenek ve göreneklerimizle birlikte köklü değişimler yaşamıştır. Türk töresinin sözlü iletişim biçiminden yazılı ve kayıtlı biçime dönüşmesiyle ortak değerlerimizin, farklılıklarımızdan çok daha fazla olduğunu gözlemleriz. Ulusal kültürümüzün yaratıcısı olan halkımız, içinde yaşadığı coğrafya ve etkileşimde bulunduğu diğer ulusların toplumlarına bağlı olarak, mekan zaman ulusal köklerinden koparamamıştır. Mankurtlaşmadıkça, kopması da mümkün değildir.
Ulusları farklı kılan temel başka özelliklerden de söz edilebilir. Bilimsel açıdan bakıldığında, ve şartlara göre eğlence hayatını değiştirmiş ve hatta yeniden yorumlamıştır. Ancak, hiçbir ulusların genetik ve ruh özellikleri, psikolojilerinde ve davranışlarında belirleyicidir.
Ulusların, halkların, toplumların ve kişilerin eğlence anlayışı, birbirinden çok farklı olabilir. Fakat ulusal kimliği ve kültürü olan her ulusun hayatı algılama ve yorumlama biçimi, onun kültür değeri olarak bilinir. Her ulusun kimliği, kişiliği ve vicdanı, asırlar sürecinde kazanılmıştır ve ortak bilgi ve kavrama birikimi oluşturmuştur. Tıpkı karadan göllere ve denizlere akan ırmakların oluşturduğu, birbirinden çok farklı deltalar gibi...
Şamanizm Dönemi
Ulusların eğlence anlayışı da birbirinden farklıdır. Ancak, inanç ve vicdan, eğlencenin üzerinde çok etkili, yönlendirici ve belirleyiciliği hiç ölmeyen ve unutulmayan ilahi iki yasadır. Türklerin ilahlarına ulaşmasını sağlayan kahinlerinin adı, “Şaman”dır.
Şamanlık inancı, göçebe ve yerleşik olarak iki farklı mekanda yaşayan Türklerde, “ töre ve kut” değerlerinin mistik göstergesidir. Müzik ve folklor özelliğinin yanı sıra, “ inanmak, söz söylemek ve toplumsal değer ölçüleri yaratmak” gibi kuralları yerleştirmiştir. Türkler şair bir ulustur. Saz çalıp söz etmesinin nedeni, şamanlık geleneğinin doğal bir sonucudur. Türkler doğayı, renkleri ve özgürlüğü çok sever. Bunun nedeni ise, hem göçebe hem de yerleşik hayat düzenin sunduğu son derce bereketli yazlık ve kışlık kazanımlardır. Türkler egemenliğinden taviz vermez ki, bülbülün kafese mahkum edilerek gülden ayrılması gibi; yer yüzüne, içindekilere, gök yüzüne ve bütün bunların yaratıcısına, Türk Ulusu aşıktır. Bu aşk, töre olmuş ve bin yıllarca devam ederek Türk milletinin genetik özelliği durumuna dönüşmüştür. Öyleyse bizim eğlence hayatımızda inanç, vicdan, kut ve töre ile doğa, hayvan, hareket ve canlılık vardır. Tarihimizin başlangıcına dönüp baktığımızda, belgelere yansıyan bilgiler diyor ki, “ … Asya Türk tesiri, folklorunun kıtaya şamil durumu [hakkında] ne yazılsa, (ne araştırılsa) Türk gözüyle  (bakılmalıdır). Sir Aurel Stein, Sven Hedin, Grünwedel, A von le Cok gibi batılı araştırıcılar ile Orta Asya Türk kültürü üzerindeki pas silinmiye başladı…”
Türk mitolojisi, Türk inancını ve hayat tarzını doğal olarak etkilediğinden, eğlence biçimlerinde mitolojik unsurlar çok belirgindir. Örneğin Ergenekon Destanı, nevruz şölenlerinin kutlanmasında doğrudan etkilidir. Türk düğün ve evlenme törenlerinde de mitolojik figürler oldukça belirgindir. Nevruz ateşi geleneğinin temelinde, dağı eritip delme, yol açma durumu yorumlanırken, Kaşgarlı Mahmut’un (Divanû Lügat-it-Türk ) aktardığına göre, “ büyük ve ortanca kardeşler etvlenerek törkünü (=baba ocağını) terk ettikten sonra, törkünde ocak bekçisi olara en küçük kardeş kalırmış. Kırım ve Nogay Türkleri’nde bu gelenek aynen muhafaza ediliyor” 2 Bunun gibi örnekleri Dede Korkut Destanlarında da bulmak mümkündür. Nevruz kutlamalarında ateş yakıp üzerinden atlanması, Türklerde ateşin kötülükleri gidermesi efsanelerine dayanmaktadır. Hastanın alazlanması (Alas), şaman davulunun ateşte kurutulması, Azeriler, Başkurtlar, Kırgızlar, Kazaklar, Yakutlar ve Altay Türklerinde “ ataların yaktığı ocak” adıyla kutsanması ve ateş karşısında and içilmesi törenleri, eğlence ve kutlamalarda mitoloji ve destan kaynaklarına bağlılığın kanıtları olarak dikkatleri çekmektedir.
 Türk eğlence kültürü üzerindeki diğer bir önemli etki ise mevsimlerdir. Nevruz kutlamaları, aynı zamanda bahar bayramının ve yeniden dirilişin coşku ve şükrüdür. Türk inanç geleneğinde yer ve gök tanrısına bağlılık ve ona yöneliş pek çok folklorik motifleri gelenekselleştirmiştir. “ Gök, insanların yaşantısında en önemli unsurdur. Bu yüzdendir ki, Uygurlara kadar bütün Türk topluluklarının reisleri yahut kağanları Tengri ve bunun yanında Göğün Oğlu unvanlarını almışlardır. [Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar’da ]toprak ve su da, en az gök kadar geleneklerde tesir göstermiştir. Çin kaynaklarında, Shıh Chi kitabında; senenin ilk ayında kabile reisleri toplanarak kendi ataları, gök ve yer için ibadet ederler; sonbaharda atlar şişmanladığı zaman, yine büyük bir toplantıyı Tai-lin’de yaparlar ve aynı zamanda bu toplantıda nüfus sayımı yaparak şahısların vermekle yükümlü oldukları nüfus vergisini toplarlar. Yine aynı devrin bir başka Çin kaynağı olan Huo-Han-shu (M.Ö. 206-M.S. 220) kitabında ise şu bilgiler vardır: Hsiung-nu’ların [Hunlar] üç tane ejderha festivali vardır ki, gök için ibadet ettikleri bu festivaller senenin birinci, beşinci ve dokuzuncu aylarının wu gününde yapılır. Bu festivalden istifade ederek toplanan kabile reisleri aynı zamanda devletin işlerini de görüşürlerdi. Onlar kendilerini at ve deve yarışları yaparak eğlendirirdi.”
Yukarda söz konusu olan festivaller aynı zamanda Yeni Yıl Festivali, İlkbahar Bayramı ( 21 Mart) ve Şükür Bayramı olarak Türk boylarında yaygın olarak kutlanmaktadır. Hunlar’dan sonra Uygur Türkleri de geleneksel Türk kut ve törenlerini sürdürmüşlerdir. “ Uygur kağanı beylerini ve halkını Tojen Irmağı kıyısında toplayıp Gök Tanrı’ya kurban sunduğu hakkında Çin kaynaklarında bilgi vardır. İlkbaharda kutlanan diğer bir bayram da sürücüleri [sürü çobanlarını] otlatmağa çıkarma ayı olarak kabul elden ve 9 Mayıs’ta yapılan Örüs sara bayramıdır. Ötüken Uygurları bir batı kaynağı olan Ebu Dülef’in Seyahatnamesi’nde bir kayıt vardır: Uygurlar gök kuşağı gördüğü zaman şenlik yaparlar.İbadetlerini güneşin battığı tarafa yönelerek yaparlar” denilmektedir.4
Uygurların Turfan merkezli yeni devletinde görev yapan Çin elçisi ang-Yen-te’nin (M.S.840) seyahatnamesinde de “ k’ung-hou (=kopuz) kullanırlar. atlara binerek ok atmak, [İlkbaharda] seyahat etmek, çeşitli yaratıklara yay çekip[avlanma] ok atarlar.  Üçüncü ayda Han-shıh (=Soğuk Yemek Festivali) kutlamaktadırlar. [Bu festivalde] evin içindeki yahut dışındaki bütün ateşler söndürülür ve yirmi dört saat içinde yeni bir ateş yakılmaz. Bir gün önceden hazırlanan soğuk yemekler yenilirdi. Tung-chıh [Kış Festivali] 21 Aralık’da meydana gelir. Uygurlar gümüş ve pirinçten kaplar yaparak su doldururlardı. Onlar birbirlerine suyu fışkırtarak yahut atarak spor(= Ya yang-ch’i ch’ü-ping) yaparlardı. Wang Yen-te’nin spor diye vasıflandırdığı bu hareketlerle serinlemekten başka belki de eski bir şamanizmin kalıntısı olarak yağmur yağdırmakla da ilgili [yağmur duası] olabilir. Bu kaynaga göre [Uygur Hakanları] İlkbahar Bayramı [Yaz Festivali-Nevruz] ayininden sonra suya girerler ve halk ikiye ayrılıp, birbirilerine su serpip taş atarlarmış.”  Göktürk ve Uygurlar’da şaman fiğürleri ve oyunlarından bazıları şunlardır: Uçan Şaman, Falcı Şaman, Kadın Şaman, Kara Şaman, Kartal Şaman, Kerkes Kuşu Şaman, Hyvan Ruhlu Şaman, Köpek Şaman ve Kurt Şaman.
Götürkler ve Uygular’da toy, (= resmi törenler) merasimleri eğlence kültürünün bir başka boyutudur. Toylarda “ doğum, beğ oğlunun ilk avı, tahta çıkma, bir felaketten kurtulma ve elçi kabulü gibi sebeplerden dolayı yapılıyordu. Wang Yen-te’nin, Uygur kağanı Arslan Han tarafından kabul merasimi bir toy merasimini andırmaktadır: Bir tarafta bir kişi, taştan bir çan tutuyordu. O seremoninin başlaması için taşa vurdu. Kral-Han- bu çanın sesini duyduğu zaman eğildi. Sonra oğlu, kızı, yakın akrabaları, etrafını çevreleyerek eğildiler ve hediyelerini aldılar. Bundan sonra müzik, içki, ziyafet ve aktörler tarafından gece oynan bir oyun vardı.” 6 Tespiti de göstermektedir ki, Türklerde toy ve eğlence devlet geleneğiyle yaşatıla gelmiştir.
Türk eğlence kültürüne etki eden masal, efsane ve destan kaynaklarını başlıklar halinde dizinlersek; Oğuz Destanı, Alper Tonga Destanı, Dede Korkut Hikayeleri, Keloğlan, Deli Dumrul, Hızır ve İlyas, Geyik, Kurt, Doğan, Kartal, Don [Şekil ve Kişilik] Değiştirme, Göğün Oğulları, Güneş, Ay, Yıldız, Serap, Ebe Kuşağı, Dünya, Yer, Toprak, Su, Yıldırım ve Şimşek, Rüzgar, Dağlar, Ulu Irmaklar, Deniz, Okyanus, Göl ve Sazlıklar, Ağaçlar, Ateş, Diğer Hayvanlar, Kuşlar, Ejderhalar, Rüyalar vb… Bu kaynaklar Türk’ün eğlence hayatında çok önemli figürler olarak çeşitli gelenek, görenek oyun ve müzikli danslara yansımıştır. Türkiye’de oynanan hayvan figürlü danslar hala vardır. Örneklemek gerekirse, “Yapma At, Turna Barı, Koç Halayı, Laçin Barı, Kartal Halayı,Kartal Oyunu, Tavuk Barı, Ceylani, Yedi Deve, Ayı Oyunu, Horon (Hamsi Balığı Titremesi,) Pisik, Köse Oyunu, Tülü Kabak Oyunu, Deve Düzme Oyunu,Deveci Oyunu, Tilki Oyunu, Bağ Bozumu Şenliği, Koç Katımı Oyunları, Fare Oyunu, Tavşan ve Avcı Oyunu,Kirpi Oyunu, Katır Oyunu ve Sinkurdu Oyunu” Anadolu’nu çeşitli yörelerinde oynanmaktadır. Orta Asya ve Anadolu’nun bazı yörelerinde oynanan kaçma-kovalama nitelikli Gök-Börü, Kız-Börü ve Beyge oyunlarıyla, bir çeşit atlı hokey oyunu olan Çögen, bir savaş oyunu olan cirit atma günümüzde aktif olarak Orta Asya ve Türkiye’de oynanmaktadır.
Gök-Börü oyunu, kesilmiş ve içi temizlenmiş bir oğlak veya hayvanı, eğeri ile bacakları arasına sıkıştıran ve dört nala koşan bir atlının, kendini kovalayan atlılara sınırlanmış bir alan veya alanda bir turu tamamlayarak puan alması biçiminde oynanır.
Yine bir av ve savaş oyunu olan Bürküt Oyunu, özellikle Orta Asya Türk ülkelerine yaygındır. Kazaklar ayrıca, her yıl Bürküt (=Eğitilmiş Kartal) adına düzenlenen av merasimleri tertip edilmektedir.
Türklerin en dikkat çeken sporu, muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun, bugünkü futbolun babası olup, Orta Asya'da çok makbul bir spordu. Meşhur Ali Kuşçu'nun kısaltarak Türkçeye çevirdiği Tarih-i Hata ve Hoten adlı, aslı o taraflara giden İranlı bir tüccar tarafından yazılmış eserde; Türklerin öküz ödünü şişirip, ayak topu oynadıkları, yahut ata binerek değnekle bu topa vurmak suretiyle müsabakalar düzenledikleri nakledilmektedir. Tokmak veya Tepük aslında, tabanı kösele olmayıp, üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır. Öküz ödünden yapılmış top oynanırken, ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu denilmiştir.Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, ‘‘Türk spor kültüründe ‘tepük' olarak adlandırılan futbolun Türkler tarafından ne zaman oynandığı kesin olarak bilinmese de en az bin yıldan beri oynandığı kesin. Çünkü 11'inci Yüzyıl'da yazılan Divan-ü Lügati't Türk'te‘‘ ‘tepük', ‘kurşun eritilirek oval şeklinde kalıplara dökülür ve üzerine keçi kılı, keçe veya başka birşey sarılır. Bu büyükçe topla ayakla teperek oynanır' ifadesi yer alıyor. Tarih-i Timur adlı eserde de Türklerin içi hava ile doldurumuş kuzu derisinden yapılan topu ayakla oynadıkları, bu topa el değdirmenin, çizgiden çıkarmanın yasak olduğu yazılıdır.’’ tespitinde bulunmuştur.
8.1.1. Seymenlik, İslam ve Ahilik
Türkçe’ de; yöresel olarak Türkmen oymaklarında, “say” veya “saya” çobanların- dervişlerin çocuk ve gençlerle birlikte, bir tören eşliğinde, koyun sürüsü sahiplerini ziyaret etmelerine denir.
Bu ziyaret sırasında, bahşiş toplanır ve toplanan bahşişlerle gece, çobanlar kutlama yaparlardı. Bu tören, “Saya Bayramı” olarak bilinir ve kuzunun, ana karnında canlanıp tüylendiği zaman olan, Ocak veya Şubat ayı içinde kutlanırdı.
Saya bayramını yapanlar, düğün törenlerinde cirit, zeybek, tehlikeli at oyunları, güreş vb. oynarlar, düğün günü gelinin kapısının önünde topluca çeşitli gösteriler düzenleyerek gelini evinden alır ve güvenliğini sağlayarak, güveye teslim ederler. Bu törenler günümüzde, Kırşehir, Tokat, Ankara, Kayseri, Maraş ve Antep’te düzenlenmektedir.
Ahilik teşkilatı içinde sayacılar, yahut saymanlar veya seymenler (=seğmenler); bayram, düğün, özel günler, toplantılar vb. resmi özel törenlere, özel giysileriyle atlı ve silahlı olarak katılan sivil toplum gücü (=milis) olarak değişim ve dönüşüm üstlendiler.
Türkçe’de “saylamak” seçmek demektir. Saylav, (=vekil) ise seçilen olarak adlandırılır. Eskiden sürüyü güdenler, seçkinler, seçilmişlerdi. Seçkinlerin çoğu çobandı ve sürü gütmüşlerdi.
Türkçe’de “Seğ”- “sak” uyanıklık, hareketlilik, akıncılık ve habercilik anlamını da bildirir. Göz seğirmesi, gözün hareket etmesi demektir ve bir haberciyi de çağrıştırmaktadır. Seğirmek; at ile birlikte hareket etmek, saldırmak hücum etmek anlamını da taşır.
Giyimleri ve Ergenekon destanındaki Asena, Aşana, Astana (=Bozkurt) mitolojisi nedeniyle yol gösterici uyanık ve yiğit sürü çobanlarıydılar. Anlam kayması nedeniyle veya önderlik eden, önden giden anlamına, “kurt” sıfatı da verilmiş olabilir.
Yukarda çeşitli sözcüklerle, değişik anlamları ve çağrıştırmaları üzerinde durulan Seymenlik geleneği ve törenleri , Türk devlet teşkilatında iktidar değişimine öncülük eden [devir telsi töreni yapan grup] ve aynı zamanda gerektiğinde göç ve akınlarında öncülük yapan seçilmiş görevlileri ifade eden bir unvan idi. Bu unvanın kaynağı ise Şamanlığa kadar gitmektedir.
Seymenliğin, çobanlık ve rehberliği (=izciliği), Örüs sara bayramının bir devamı olarak dönüşüme uğrayıp yaşatıldığı ihtimali çok yüksektir.
Türklerin İslamiyet’e girmelerinden sonra, Ahiliğin etkisiyle “sivil güvenlik görevlisi” sorumluluğu verilerek, yerel ve bölgesel sivil güvenlik görevlileri teşkilatına dönüştürülmüş olabilir.
Bu konuda Enver Behnan ŞAPOLYO, “ Seymen düzülme âdeti beş on kişiye ait bir topluluk değil, Orta Anadolu Türklerinin müşterek bir galeyanıdır. Selçuklu devletinin Konya'da Osmanlı devletinin Söğüt'te kuruluşu bu ananeye çok benzemektedir. Selçuklu aynı şekilde atlı seymen alayları önünde, bir torbadan bir çocuğa ok çektirilmek suretiyle, kendi okunu çekerek bey olmuştu. Osman Bey ise, yine atlılar karşısında bir ak keçeye oturtularak. Dokuz defa havaya kaldırılarak karargâhta dolaştırılmıştı. Kımızlar sunulup, and içilerek Bey tanındı. Bu muhakkak ki, Seymen alayı, eski Türklerden kalma bir âdettir, vardır. Rumelide ‘Seğmen bekçi, muhafız’ mânasında kullanılmaktadır.” tespitiyle, geleneğin dönüşüm sürecine ışık tutmaktadır.
Ahilik (Akı=Kardeşlik) Teşkilatı, Türkleri İslam dini ile kaynaştırmak için Türk düşünürleri ve evliyalarınca geliştirilmiş sivil toplum kuruluşudur. Göçebe hayat tarzı ile yaşmayı seven Türkler, yeni fethettikleri coğrafyalarda yerleşik düzende yaşayan halk ile uyumlu bir birlik sağlayabilmek için Ahilik sistemini örgütlemişlerdir. Şaman inancı ile İslam inancı arasında bir geçiş köprüsü de kuran ahilik, özellikle Selçuklu Devleti’nin Anadolu’da yerleşmesini kolaylaştırmıştır. “ Ahilik, İslam inancı ile Türk örf ve adetlerini kaynaştıran bir düşünce sistemidir. Fertler, işçi-işveren, üretici-tüketici, kadın-erkek, genç-yaşlı vb. arasında uzlaşma ve diyalog” kurulmasını sağlamış ve meslekler ile iş ve üretimi temel ahlaki kuralara bağlayarak, insan hak ve hürriyetlerinin ekonomi, dünya ve ahret ile birlikte düşünülmesi felsefesini veya sosyal örgüsünü yaymıştır. Ahi birlikleri özetle siyasi, ekonomik, sosyal, eğitim ve kültür hayatını yönlendirerek, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna büyük katkılar sağlamıştır.
Ahilikte, “ yaren sohbetleri, ziyafet toplantıları, üçgünler toplantısı, mevlüt, çıraklık, kalfalık ve ustalık törenleri” gibi yarı resmi eğlenceler gerçekleştirilirdi.
8.1.2. İslamiyet Dönemi Türk Eğlence Kültürü
İslamiyet’ten önceki Arap toplumu içindeki yozlaşma, insanı ve dini değerleri yıkıcı bir sürece ulaştığında bile, şiir ve müzik Arap toplumunun sosyal hayatını ve geleneklerini etkilemekteydi. Özellikle Medine ve Mekke’de, Arap ibadetlerine de yansıyan müzik ve eğlence, ordulara moral verme, zafer kutlamaları, kervan karşılama ve düğünlerde yaygındı. Bizans ve İran müzik ve eğlence anlayışıyla da kaynaşan cahilliye dönemi Arap eğlence kültürü, müzik ve kadın danslarıyla Emeviler döneminde bir sektör olmuştur: “ Şarkıcılığı meslek edinen bu kimselerin pek çoğu kadınsı erkeklerden [köçek] oluşmaktaydı. Emevi Devleti’nin başlangıcında haftanın belirli günlerinde ve belirli evlerde eğlence tertipleyen bu kimseler bir müddet sonra açık konserler vermeye ve şehirlerarası seyahatler yapmaya başlamışlrdır. Bu tür faaliyetlerin artması aynı zamanda toplumda kabul görmesi anlamına da gelmekteydi. Başlangıçta amatörce belirli törenlerde icra edilen faaliyetler artık profesyonelce yapılmakta, yapılan iş hem toplumda hem de devlet erkanında karşılığını bulmaktadır. Hatta Hac gibi kutsal bir ibadet dahi müzisyenlerin faaliyet alanına girmişti. Hac’da görülen güzel hanımlar, müzisyenlerin şarkılarına söz oluyordu. Saraylarda icra edilen musiki oturumları pek çok kepazeliğe sahne oluyordu. Artık toplumda bazı işler yolunda gitmiyordu.”
Türklerin VIII. Yüzyılın sonunda İslamiyet ile tanışması ve XI. yüzyılda Müslümanlarla kaynaşması, sosyal ve kültürel hayatında ve Türk töresinde çeşitli değişimleri de beraberinde getirmiştir. Fakat eğlence anlayışında tahribat daha çok şehirleşme ile büyük yerleşim yerlerinde başlamıştır. Tahribata uğramadan önceki Müslümanlık dönemlerindeki durumu özetlemek gerekirse yine, Divan-ı Lügati’t-Türk’e bakmalıyız: “ Çocuk oyunları [olarak listelemek gerekirse] Boynuz Boynuz, Salıncak, Aşık Oyunu, Köçürme oyun veya Ondört oyunu, Tepük, Ceviz Oyunu, Kayak, Çelik-Çomak, Kuzurcuk, İtiş veya Ütüş, Karaguni’[dir. Ayrıca, Oğul Toyu, Kız Toyu, Beşik Toyu, Ad Verme, Galpak Toyu veya Saç Kesme, Diş Çıkarma, Sünnet, Okula Başlama, Askere Gitme ve Dönme, Gelin Toyu gibi kutlamalardan da söz etmek gerekir.] Yarış ve sportif oyunlar[ ise,] At Yarışları, Güreş, Çevgan, Yuwmak (=Top Yuvarlamak), İlişdi (=Basketbol,) Ok Atma ve yay kurma müsabakaları[dır.] Düğünler ve bayramlar; Yağmalı Toy, Küden, Bıçış [Hediyesi,] Halay, Mendiri,; Bayram, Er yıpladı (=Cambazlık,) Yalnğu (=Salıncak,) ; içkili eğlenceler, ziyafetler, vegece hayatı [eğlencelerinin başlıcaları ise,] Kımız, Süçik (=şarap,) Ketsem (= gece ziyafeti,) Şenbuy (=içkili gece ziyafeti,) Suğdıç, Süçrük, Bilmece, Kızlar Kubzaşdı(=Cariyeleri Kopuz çalması.) Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, çok çeşitli tesirlere rağmen Türk toplumu, diğer hususlarda olduğu gibi, oyunlar ve eğlenceler konusunda da milli kültürünü korumuş ve bir kültür devamlılığı göstermiştir.” Orta Asya ve Anadolu’nun bazı yörelerinde oynanan kaçma-kovalama nitelikli Gök-Börü, Kız-Börü ve Beyge oyunlarıyla, bir çeşit atlı hokey oyunu olan Çögen, bir savaş oyunu olan cirit atma günümüzde aktif olarak Orta Asya ve Türkiye’de oynanmaktadır.
Gök-Börü oyunu, kesilmiş ve içi temizlenmiş bir oğlak veya hayvanı, eğeri ile bacakları arasına sıkıştıran ve dört nala koşan bir atlının, kendini kovalayan atlılara sınırlanmış bir alan veya alanda bir turu tamamlayarak puan alması biçiminde oynanır.
Yine bir av ve savaş oyunu olan Bürküt Oyunu, özellikle Orta Asya Türk ülkelerine yaygındır. Kazaklar ayrıca, her yıl Bürküt (=Eğitilmiş Kartal) adına düzenlenen av merasimleri tertip edilmektededir.
8.1.3. Arap-Fars ve Batı Etkisinde Osmanlı Eğlence Anlayışı
Budizm ve İslamiyet, Türklerin yaşam biçimlerinde temel değişimlere yol açmıştır. Manihezim ise Uygur Türklerini etkilemiş ancak , derin bir iz bırakamamıştır. Yahudilik ve Hıristiyanlık ise Türklerin bir kısmında inanç, kültür ve kimlik değişimi yaratmıştır.
Gök Tanrı inancı ile büyük uyum sağlayan Müslümanlıktaki mücadelecilik ve disiplin anlayışı, Türk töre ve karakterine uygun bir din olarak özümsenmiştir. İslamiyet ile Türk töresi iç içe geçerek adeta birbirini tamamlamışlardır.
İslam dinindeki haklar ve kurallara ilişkin helal ve haram dengesi, eğlence hayatını kısmen düzenlemiş ve özellikle düşük ahlaklılık gösteren eğlence anlayışları yavaş yavaş terkedilmiştir. Fakat, özellikle müzikli eğlence anlayışı yahut gelenekleri, Muhammed Peygamber zamanında bile yasaklanmamıştır. Türklerde müzik hayatın bir parçası olup at üzerinde bile icra edilmiştir. Küğ ya da Yır olarak bilinen müzik türü Oğuz ve Manas destanlarında geçmektedir.
Farabi’nin Türk müzik birikimini bilimsel olarak disiplin etmesi ve Kitab-ı Musiki’y-ül Kebir (=Büyük müzik kitabı) adlı eserle Türk müzik formatlarını İslam musikisiyle birleştirmiştir. Selçuklularda devlet teşkilatına giren mızıka heyeti, Osmanlılarda Ceng-İ Harbi veya Mehter Müziği olarak çok daha geniş ve etkili olmuştur.
İslam ümmeti ile Osmanlı milletlerinin üst düzey yöneticilerinin bulunduğu çevreler içinde yaygınlaşan sportif eğlencelerle birlikte, müzik ve gösteri eğlenceleri de yaygınlaşmıştır. Bu yaygınlık ekonomi merkezlerinde ve saraylarda kadın odaklı olarak kapalı bir sektöre dönüşmüştür. Osmanlı’da halka açık eğlence merkezleri ilk dönemlerde spor oyunları ile başladı. Avcılık ve okçuluk, güreş ve cirit gibi ulusal oyunlar, İstanbul’un Başkent olmasıyla ve kıraathanelerin tartışma ve dinlenme merkezi olarak gelişmesiyle azaldı. Giderek halk oyunları ile idareci sınıf arasındaki eğlence anlayışı birbirinden kapma noktasına geldi. “. Yüzyılda İstanbul’daki İsveç elçiliğinde çalışan d’Ohhson, yedi ciltlik Tableau General de L’Empire Otoman adlı eserinin dördüncü cildinde eğlence konusuna değinir. Yazar, Müslümanların gösterilerden, gürültülü,, patırtılı bayramlardan sakındıklarını söyledikten sonra, Türkler arsında münhasıran padişahın eğlenmesine hasredilen saray içi eğlencelerinden başka genel eğlencelere rastlanmaz, der.Bu tür eğlencelerin de ancak iki bayram arasında olduğunu belirten d’Ohhson, Türkleri eğlenmeyi bilmemekle ve asık suratlılıkla itham eder.Komedi,trajedi, opera gibi, insanoğlunun dehasının bütün kaynaklarını ve dilin bütün güzelliğini döktüğü santalarTürklerin tamamen meçhulüdür. Yazar tarafından aşağılanan oyun ekipleri, komikler, hokkabazlar, güreşçiler, cambazlar,gölge oyunları, var olmasına vardır ama, bunlar da alenen temsil veremez ve ancak özel vesilelerle görünürler. Ciddiyet, eğlencelere karşı bigane davranmak Türklerin törelerinin bir parçası gibidir. Erkekler olsun, kadınlar olsun, aşırı hareket etmemeyi, telaşa kapılmamayı, mümkün olursa sofralarındaki yerinden kıpırdamamayı bir nevi büyüklük sayar.Mesela oturdukları yerde veya ayaktayken mendillerini düşürürler veya iki adım ötedeki bir şeyi almaları gerekirse, kendileri kıpırdamaz ve iki ellerini birbirine vurmakla yetinirler. O zaman hemem bir içağası veya cariye koşar ve isteklerini yerine getirir.” Osmanlı eğlence hayatının sadeliği ve zarafetine karşı tepkili olan elçinin İslam emir ve yasakları ile Peygamberimizi sünnetleri hakkında yeterli bilgiden yoksu olduğu çok açıktır. Ancak, Osmanlı eğlence hayatının saray içi ve çevresindeki resmiyetin dışındaki boyutları da iyi gözlemlenmelidir. “ 1582 yılında Padişahın kızkardeşleri evlenirken yapılan şenlikler sırasında İstanbul’da bulunan De La Croix donanma gecesini şöyle anlatıyor: Bu türlü gece şenliği çok hoştu. Bütün dükkanlar en değeli eşyalarla bezeniyor ve pek çok sayıda kandillerle aydınlatılıyordu. Bu kandiller çiçek demeti ve klaptanlarla asılıyordu.Satıcılar geceyi dostlarıyla şarkı söyleyip, çubuklarını tüttürerek, kahvelerini içerek geçiriyorlardı. “
Osmanlı Devleti’nde eğlence hayatını yönlendiren resmi ve sivil kuruluşlar da vardı. Eğlencehane-i Osmani Kumpanyası, Handehane-i Osmanlı Kumpanyası, Meserrethane-i Osmani Kumpanyası, Tema*şahane-i Osmanlı Kumpanyası vb. organizasyonlarda profesyonel oyun ve eğlenceler düzenlenmekteydi.
8.2. OSMANLI’DA EĞLENCE HAYATI
Osmanlı eğlenceleri, çoğunlukla yılın belli günleri olan muhteşem eğlencelerdir. Osmanlı eğlenceleri, görünüşte boş vakit geçirmek gibi olsa da önemli işlevlere sahiptir. Ekonomik, yenilenme ve birleştirici işlevlere sahip bir eğlence anlayışı Osmanlı’da mevcuttur.
Osmanlı’da üretimde bir birikim vardır. Geçici sürelerde mali birikimi ve enerji birikiminde dengelenme işleminin yapılması için harcama yapılması gerekiyordu.
Eğlencelerde dini ve sosyal yasakların ve baskının kaldırılması ve savurganlık yapılması özgür bir alan oluşturuyordu. Bu özgür alanda toplumun bir yenilenme, yeniden canlanma gibi önemli bir işlevini bulabiliriz. Eğlenceler topluca bir yenilenme tekniğidir. Bir çeşit yitik cennetin bulunmasıdır.
Osmanlı toplumu eğlencelerle bir araya gelip ve bir bütün olurlar. Eğlencelerde bireyler bir araya gelir, bireyler arasındaki sosyal bağlar güçlenirdi. Geleneklerin sürmesi, inançların tazelenmesi, değer yargılarının, törelerin kökleşmesine, toplumun bir üyesi olmanın verdiği mutluluk eğlenceleri bir sosyal aktivite haline getirmekteydi.
Spor şekline geçen eğlenceler, devamlı savaşan bir yapıya sahip olan Osmanlı insanlarının yeteneklerini koruyucu ve geliştirici bir rol oynamaktaydı. Böylece insanlar her zaman savaşa hazır muhteşem yetenekte süvariler olmaktaydı.
8.2.1. KARAGÖZ
Karagöz – Hacivad, Türk hayal oyunudur. Hacivad; kültürlü gerçek bir Türk, Karagöz; geveze ve tembeldi. Çok meşhur karagözcüler yetişmişti. Babadan oğula meşhur karagözcü aileler de vardır. Karagöz tipinin Orhan Gazi zamanında Bursa’da Şeyh Küşteri tarafından ortaya atıldığını, Hacivad tipinin de I. Sultan Mehmed’in veziri Yeşil Cami’nin büyük mimarı Hacı İvaz Paşa tarafından eklendiği tahmin edilmektedir.        
8.2.2. ORTA OYUNU
Geleneksel, belirli senaryoya dayanmayan, tulûat esasında, geniş ÖLÇÜDE  taklitçilikle beslenmiş Türk tiyatrosudur. Romanya’ya kadar Balkan milletlerinin tiyatrolarının doğmasında derin tesirleri olmuştur. Orta oyununda kahramanlar Kavuklu ve Pişekar’dır. Kavuklu, Karagöz gibi geveze ve tembel. Pişekar, Hacivad gibi kültürlü ve zekidir. Orta oyununda kadın rollerinin “Zenne” denilen erkekler oynamaktadır.
Meddah da eski Türk eğlence hayatında mutlaka anılması gereken bir sanatkardır. Seanslar halinde uzun, romanımsı, bazen tarihi hikayeler anlatır. Fıkra anlatma sanatı başkadır. Güzel fıkra anlatan şahsiyetlerde yetişmiştir.
Osmanlı’da batı tarzında tiyatro da vardır. Bu zamanla batı tarzında Türk tiyatrosu şeklinde teşekkül etmiştir.
Teatral sayılabilecek diğer bir eğlence, maskaralıktır. Şenliklerde maskaralar, bilhassa devlet büyüklerini taklit ederek halkı güldürürlerdi. Yalnız padişah taklit edilemezdi.
8.2.3. CANBAZLAR VE BENZERİ SANATKARLAR
Can – baz, hokka – baz, sürahi – baz, kumar – baz, kase – baz, kuze – baz, zor – baz, kukla – baz, hayal – baz, hile – baz, sini – baz, şişe – baz, ateş – baz, kadeh – baz, kayış – baz, kağıt – baz, . . .
Bu adlar, Evliya Çelebi’nin eserinde olmakla beraber daha fazla türlerde bulunmaktadır. “Baz” Farsça’da ism – i faildir, “oynıyan” demektir. Dilimizde bugün tüm bu hünerleri yapan kişilere hokkabaz denerek dilimiz yozlaşmaya zorlanmıştır.
Türklerin, askerlikle ilgili olan hünerlerin ileri olması tabiidir. Türklerin hünerlerinin o zamanlarda Avrupa’da görülmediği bir gerçektir.
8.2.4. KAHVEHANE VE MEYHANELER
Kahvehaneler, tip tiptir. Fevkalade döşenmiş, kibar tabakaya mahsus olanlarında ilmi ve edebi sohbetler yapılırdı. Kahvehanelerde musiki de icra edilirdi. Para karşılığı olmayan dama nevinden oyunlar oynanması ve kukla oynatımı yaygındır. İlk kahvehaneler Kanuni döneminde açılmıştır. İçilen kahve Yemen’den gelmekteydi. Yemen de Türk eyaleti idi. Zamanla Amerika’dan gelen tütün de yayıldı. Zaman zaman kahvehaneler ve meyhaneler kapatılmış, hatta tütün yasağı konmuş, hepsi çok geçici olmuştur. Halkın memnuniyetsizliği ve itirazlar nedeniyle serbest bırakılmıştır. En meşhur yasak 1637’de IV. Murad’ın koyduğudur.
Kahve gibi kahvehane de Avrupa ve Amerika’ya Türk kültürünün miraslarıdır. Türk kahvehanesi, 16. yüzyılın ikinci yarısından bu yana kulüptür. Şairlerin, bestekarların, meddahların, ediblerin, subayların, ulemanın devam ettiği, çubukta tütün içtiği, kahve yudumladığı, politika, edebiyat konuştuğu, musiki dinlediği, insan tanıdığı yerdir. İngiliz kulüpleri gibi kadınlara kapalıdır. Yalnız içki yoktur. İçki içilebilen yere “meyhane” denmiştir ve kahvehaneler kadar nezih hale getirilmemiştir. Meyhaneler müslüman mahallelerinde açılamaz ve gayri müslimler tarafından işletilirdi. Fakat devam edenler arasında Türkler de çoktur.
8.2.5. MESİRELER
Bugün “piknik” denilen mesire zevki, fevkalade gelişmiştir. Zaman zaman bazı yerler moda olmuş, modası geçmiş, tekrar moda olmuştur. Kağıthane, modası geçmeyen mesireliklerdendir. Mesireler tatil günleri dolup taşardı. Boğaziçi de iki kıyısıyla muhteşem güzellikte bir mesirelikti. Yalılar ve sahil saraylar tabiatın bir parçası haline bürünecek şekilde inşa ediliyordu.
8.2.6. TATİL GÜNÜ CUMA DEĞİLDİ
Klasik Osmanlı devrinde belirli bir tatil günü yoktu. Her gün çalışan bir toplumdu. Bayramlarda tatil yapılırdı. Devletin Hristiyan tebaasının pazar, Musevi tebaasının cumartesi günleri tatil yaptığını gören hükümet; Türkler için de perşembe gününü tatil ilan etti. II. Mahmud bunu değiştirip 1826’da Cuma gününü tatil etti.
8.2.7. RAMAZAN EĞLENCELERİ
Eğlenmek için Osmanlı’da bir çok vesile vardı. Kurban ve Şeker bayramları, padişahın cûlus günleri, şehzade ve sultan doğumları, zafer kutlamaları, ordunun sefere çıkışları güzel birer örnektir. Fakat otuz gün Ramazan gecelerinde süren eğlenceler, en dikkate değerlerinden biridir.
Tophane’de toplar atılması, limandaki bütün gemilerin düdüklerini öttürmesi, kubbeler üzerinde ve minareler arasında mahyalar ve harikulade ışık gösterileri Ramazan ayının muhteşem gösterileriydi. Osmanlı halkı akşam ezanı okunduktan sonra çok neşeli bir hal alırdı.
8.2.8. ŞENLİKLER
Şenlikler, büyük bir sosyal müessese idi. Padişah ve vezirler, halkı eğlendirmek, ona ikram etmek sosyal görevini yerine getirirlerdi.
Şenliklerde, bütün sosyal yapılışlar, bütün sanatlar harekete geçiriliyordu. Kuyumcudan ressama kadar her sanatkarın şenliklerde yeri vardı. Şenliklerde halkın eğlenmesine ehemmiyet verilmekteydi. Şenliklerde halka ziyafet çekilir ve çeşitli hünerlerle insanların eğlenmesi sağlanırdı.
Şenliklerde nahıl yapmak, dolaştırmak ve davetlilerle halka dağıtmak adeti, değişmez bir gelenektir.
Çeşitli hayvan figürleri, havai fişek gösterileriyle beraber sunulurdu. Konulu oyunlar, harb oyunları, fener gösterileri, hayvan oynatıcıları, zorbazlar, direk canbazları şenliklerin değişmez unsurlarıydı.
8.2.8.1. SAVAŞ OYUNLARI
Temel olarak savaş oyunu, heyecanlı dövüş sahneleri içeren, iyi hazırlanmış, güzel kurgulanmış ve bir devletin geçmişte kazandığı büyük zaferleri işleyen mizansenlere verilen isimdi. Roma İmparatorluğu döneminden beri yapılan bu tür gösterilerde, oyunu düzenleyen devletin orduları kısa bir savaşı takiben galip gelir ve izleyen hükümdar ve halkın bu gururu tekrar yaşaması sağlanırdı.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Osmanlı’nın her işinde olduğu gibi, bu iş de özenle ve büyük zaman ve para harcanarak gösterişli hazırlıklar sonucu ortaya çıkıyordu.
Uyduruk kıyafetlerle, bir grup adamın basit bir itiş-kakışından ziyade, gerçek silah top ve mekânlar yaratılarak gerçekçi ve izlemeye değer heyecanlı gösteriler ortaya konmaktaydı.
Osmanlı savaş oyunlarında ağırlıklı olarak kara savaşları işlenmekte fakat deniz savaşlarına da zaman zaman yer verilmekteydi. Genelde işlenen konu, geçmişte yaşanmış başarılı kale kuşatmaları ve sonunda kalenin düşerek içindekilerin esir edilmeleriydi.
Gerçekçiliği artırmak için oldukça özenle hazırlanmış büyük maketler kullanılıyordu. Kale, sur ve gemi maketleri ustaca hazırlanmaktaydı. Bunlar açılan ateşe dayanması gerektiği kadar dayanıyor ve yıkılması istendiği zaman da yıkılıyorlardı.
Özdemir Nutku kitabında, 1582 Şenliği’nde sergilenen bir savaş oyununu yabancı bir elçiden naklederek, şu şekilde anlatmıştır:
“Ortaya iki kale getirilmiş ve karşılıklı oyun alanına konulmuştur. Bu kalelerden büyüğünü padişahın seyir köşkü tarafına küçüğünü de Hıristiyan devletlerin elçilerinin bulunduğu locaların önüne koymuşlardır. Büyüğünde Türk bayrakları ve flamaları, küçüğünde de iki flama vardı. Bunlardan biri beyaz üstüne kırmızı haçlı, öbürü de mavi üzerine beyaz Burgund [Fransız Düklüğü] haçlıydı. Büyük kalede Türk giysileri içinde askerler vardı. Başlarına yeşil Türk serpuşları giymişler, ellerinde uzun yeniçeri tüfekleri tutuyorlardı. Ayrıca bu kalede altı tane de top kurulmuştu. Küçük Hıristiyan kalesinde ise eski Macar hotozları giymiş ve ellerinde kısa namlulu tüfekler olan askerler görülüyordu. Küçük kalede de dört top vardı. Bu iki kaledeki askerler önce karışık bir biçimde birbirlerine saldırıp çarpışmışlardır. Sonra top atışları başlamış ve küçük kalenin etrafını sipahiler kuşatmıştır. Bu atlılar her iki yanları atlas kumaşlarla örtülü atlara binmişlerdi. Atlar arkadan ve önden İran işi altın örme ve saten kumaşlarla kaplıydı. Bunların bir bölümü Hıristiyanlardı. Atlılar da birbirlerine saldırıp dövüşmüşler sonra Türk piyadeleri uzun namlulu tüfekleriyle küçük kaleyi ateş yağmuruna tutmuşlardır, bir süre sonra da küçük kaleyi ele geçirmişlerdir. Türk askerleri kalenin duvarlarını yıkmışlar. Kalenin duvarları yıkılınca içinden dört yaban domuzu koşarak çıkmıştır. İşgal edilen kaleye Türk bayrakları çekilmiş, Hristiyan bayrakları da yere atılıp yırtılmıştır.
İzleyenler için olağanüstü bir gösteri olan bu oyun sonunda izleyenler büyük alkış ve tezahürat yapmışlardır.”
Deniz savaşları da işlenmekteydi. Yine 1582 şenliğinde kullanılan gemi maketi gerçeğinin tıpatıp kopyasıydı ve hatta topları bile vardı:
“Tıpkı denizde yüzer gibi hareket ediyordu ve karşısına çıkan toplarla donatılmış Türk kadırgasıyla savaşa başladı ve Türk kadırgası düşman kalyonunu yenerek ele geçirdi”
Bazı hallerde, sadece yabancı elçilere gözdağı vermek için de savaş oyunları düzenlenmekteydi. Osmanlı, yabancı elçilere gözdağı vermek ve onları sindirmek için genelde askeri gücünün bir kısmını bir alana yığar ve bu muazzam gücün elçiyi kör etmesini ve ülkesine döndüğünde hükümdarına karşılarındaki askeri teşkilatın büyüklüğünü ve bir açıdan yenilmesinin zor olacağını söylemesini planlarlardı. Yabancı bir elçinin naklettiğine göre, Padişah III. Murad, İstanbul’u ziyaret eden İran elçisine böyle bir gözdağı vermek için İstanbul’a yakın bir alanda on bir bine yakın askerin katıldığı büyük bir savaş oyunu tertip etmiştir.
Savaş oyunları izleyenlere Osmanlı devletinin üstünlüğünü göstermeyi hedeflemekte ve bunun için ustaca hazırlanan büyük maketler için masraftan kaçınılmamaktaydı.
8.2.9. AVCILIK
Türklerin binlerce yıllık sporu, avdı. Av, hem iktisadi bir ihtiyaca tekabül etmektedir, hem bir çeşit harb oyunudur, hem de nişancılık eğitimi için iyi bir spordur. Padişahların ava çıkması çok büyük bir kalabalıkla olurdu.
8.2.10. ATLI SPORLARI
Atlı sporlar tabiatıyla başta gelmektedir. Türkler fevkalade süvariydiler. Padişahların ve sadrazamların cirit gibi sporları yapmaları hiç yadırganmıyordu. Cirit oynamak çok tehlikeli olmasına rağmen çok büyük ilgi görüyordu.
Av dışında da çeşitli atlı sporlar çok revaçta idi. Biri “çevgan” denilen polo idi ki, bilindiği gibi, Hindistan Timuroğulları’ndan gören İngilizler, bu Türk sporunu bütün Batı’ya yaymışlardır.
Manialı ve maniasız, silah atarak veya silahsız at koşulları da, mühim Türk sporları arasındadır. Bu at yarışları sonunda “ödül” denilen mükafat verilmektedir. Padişah huzurunda yapılanların ödülleri büyüktür.
8.2.11. GÜREŞ
En eski milli Türk sporlarından biridir. 1362 Edirne fethi ile Kırkpınar cihan şampiyonluğu yarışları kurulmuştur.
Türk güreşinde puan, kötü puan falan yoktur. Rakibinin sırtını yere getiren galip sayılır. Edirne’de I. Murad’ın şehri fethinde kurduğu bir pehlivanlar tekkesi vardır. Burada pehlivanlar, bütün yıl güreşe çalışır, bütün oyunları öğrenirler. Bu spor kulübünün okçuluk, ciritçilik ve binicilik kısımları da vardır. Esasen imparatorluğun her yerinde böyle spor yapılan tekkeler bulunmaktadır.

8.2.12. OKÇULUK
Güreşte ve süvarilikte olduğu gibi okçulukta da Türkler, rakipsiz şekilde ve 20. Asıra kadar dünya birincisi idiler.
Okmeydanı, Türklerin spor ve askerlik kabiliyetlerini gösterdikleri yerlerden biriydi. Her pazartesi ve perşembe günleri burada halk önünde atışlar yapılırdı. Atışlarda halktan isteyen katılabilirdi. Padişahların bile buraya gelip atış yapmaları, ise büyük ehemmiyet verdiriyordu. 1200 adım uzağa ok atıp hedef vuran okçunun adına bir nişan taşı dikilirdi.
Mızrakla hedef vurmak ve delmek de aynı derecede maharet ve spor sayılıyordu. Ekseri atıcılar, hem mahir okçu, hem de mızrakçı idiler.
Ok, at üzerinde de atılıyordu. Ok ve mızrak nasıl sabit ve yerde atılıyorsa, at üzerinde dört nala oku ve mızrağı hedefe vurmakta ehemmiyet verilen bir sportif ve askeri hünerdir.
8.3. OSMANLIDA SULTANLARIN DOGUM TÖRENLERİ
Osmanlı`nın son döneminde taht konusunda bir karmaşa çıkmaması için farklı bir yöntem izlenmeye başlanmış; padişahlar ancak tahta oturduktan sonra çocuk sahibi olmaları teamül halini almış. Özellikle de I. Ahmed`den Sultan Abdülaziz`e kadar gelen padişahlar, ana`ane gereğince tahta çıkmadan önce çocuk sahibi olamazlarmış. Bu dönemde hanedandan gayrisinin çocuk sahibi olması mümkün değilmiş.  
Şehzadeler evlenseler dahi eşlerinin ya da cariyelerinin hamile kalınmasına izin verilmezmiş. Şayet hamile kalırlarsa çocuk düşürtülürmüş.
Tahta çıkan padişah ise, Kadın Efendi ve ikballeriyle evlenir, çocukları olunca çok büyük doğum törenleri düzenlenir ve büyük masraflar yapılırmış.
Doğum yaklaşırken Harem`in hâkimi olan Sultan`ın annesi, doğum için yapılacak hazırlıkları padişah olan oğluyla konuşur, yapılacak hazırlık, alınacak hediye ve takılarla bizzat kendisi ilgilenirmiş. Bu ilgilenme çocuğun sütannesinin kim olacağına kadar varırmış.
Padişahın çocuğu olurken oda tamamıyla süslenir, pırlantalarla ve kıymetli taşlarla doğum odası bezenirmiş. Oda takımında tercih edilen renk kırmızı imiş. Adeta doğum odası bir mücevher dükkânını andırırmış, eşyalarda ayrı fasıl, görenleri büyülermiş.
Beşiğin konduğu yerde mutlaka Kur`an bulundurulurmuş. Çok pahalı pırlanta ve elmaslarda `Maşallah` yazılı olurmuş.
Bu masraflı ve oldukça tantanalı hazırlıktan sonra asıl tantana çocuk sağ salim doğduktan sonra başlarmış.
Sultan`ın doğumuyla birlikte, özellikle saraydaki Harem bölümünde büyük bir hareketlilik gözlenirmiş. Harem, sanki kâbuslu bir uykudan uyanırcasına hareketlenir, ışık ve renk âlemine bürünürmüş. Her taraf fener ve kandillerle süslenerek renk cümbüşüne dönermiş. Sultanın doğmasından kaynaklanan eğlence ve şenlik yalnız sarayla sınırlı kalmayıp, bütün şehre yayılırmış. Devletin ileri gelenlerinin konak ve yalıları da yine renkli kandillerle donatılırmış. Ayrıca konaklara asılan kandillerin sayısı ne kadar fazlaysa bu, sahibinin zenginliğini gösterirmiş. Devletin ileri gelen bürokratları arasında sultanın doğumu, fener asma konusunda bir yarışa dönüşürmüş. Bunların yanı sıra şehrin merkezlerindeki ağaçlar da kandillerle donatılırmış.
Devlet erkânı kandil asma yarışını sürdürürken, payitahtta bir taraftan toplar atılır, mehter marşları çalınırmış. İstanbul halkı da doğuma ilgisiz kalmaz büyük eğlenceler düzenlenirmiş.
Sultanın doğumuyla birlikte devletin ileri gelenleri padişahı tebrik için sıraya dizilirlermiş. Doğumun baş içeceği ise şerbetlermiş. Şerbetler altın, billur kaplara konur, çocuğu ziyarete gelenlere cariyeler tarafından ikram edilirmiş.
Saraya gelen ziyaretçi hanımlar, çocuğa ve annesine, kocalarının mevkilerine göre hediyeler verirlermiş. Saraya davet edilen kadınlar haremde misafir edilir, cariyelerin çaldıkları sazların eşliğinde eğlenirlermiş.
  Doğumlar Sadrazama yani Başbakan`a çok pahalıya mal olur, bunlar yalnız çocuğa ve annesine değil, diğer kadın ve sultanlara da hediyeler takdim edermiş.
 Sultan doğumları devlet hazinesine çok büyük bir yük getirirmiş. Devlet hazinesinden önde gelen ziyaretçilere mücevherler, nadide kumaşlar ve kürkler hediye edilirmiş. Bu durum ise devlet hazinesini ciddi biçimde zorlarmış.
  Masraflar bunlarla da bitmezmiş. Gündüzleri ciritler oynanır, güreşler yapılır, bunlara bol bol ihsan edilirmiş. Devletin ileri gelenlerine de padişah tarafından yapılan ihsanlar, devlet bütçesine büyük bir külfet getirirmiş.
  Sultanın doğumuyla birlikte şenlikler bir iki günde bitmez, uzun süre devam edermiş. Şehrin kandillerle donatılmasının yanı sıra camilerde hocalar ve halk, padişaha ve yeni doğan çocuğa uzun ömürler vermesi için Allah`a dualar edermiş.
  Padişahlar, halkın eğlenmesine önem verir, cambazlardan tutun da çeşitli şekillerde halkın memnun olması için gayret gösterirlermiş.
  Doğumun asıl merkezi olan Haremde ise şenlikler yapılır, Karagöz, çengi gibi oyunlar seyrettirilerek cariyeler ve Kadın Efendiler eğlendirilirmiş.
  Sultanın doğumundan kaynaklanan şenlikler sona erince haremde, sarayda ve İstanbul`da herkes eski hayatına döner, yeni bir sultanın doğmasını dört gözle beklerlermiş.
  Osmanlı`nın son dönemindeki bu ve benzeri eğlenceler, devletin çöküşe geçtiğinin bir göstergesi olup, israf ve abartılı eğlenceler devletin bitişini hızlandıran birer etken olmuştur...


8.4. SÜNNET DÜĞÜNÜ
Çocuğun sünnet edilmesi münasebetiyle yapılan düğün ve eğlenceler. Cahiliye devrinde de var olan sünnet eğlenme için bir vesile sayılmıştır. Araplar sünnet yemeğine azira diyorlardı (es-Seâlîbî, Fıkhul-Luşa, 266). Ashabı kiram sünnette ziyafet verir eğlenirlerdi. Abdullah İbn Abbas, Mekke'de oğlunun sünnetinde oyuncular çağırmış ve kendilerine dört dirhem kadar ücret ödemiştir (İbn Ebi Şeybe, Nikâh, 66). Fakihî'nin rivayetine göre şarkı söyleyip, oynayanlar el-Garid ve İbn Süreye idi. Ata, bunlardan bize sesli olan İbn Süreye'nin okuyuşunu beğenmişti (Rekihi, Ahbaru Mekke, II, 23). Eğlenceye iştirak konusunda titiz olan Abdullah b. Ömer, sünnet yemeklerine iştirak ederdi (İbn Ebi Şeybe, Nikâh, 155). Sünnetlerde arap yemekleri ikram edilirdi. Urve b. ez-Zübeyr sünnet olduğunda annesi hurmayla yapılan bir bulamaç olan asıde yemeği yapmıştı (Abdurrezzâk, Musannes IV, 335). Abdürezzak'ın bir rivayetine göre, Hz. Ömer hilafetinde ne zaman bir def sesi duysa evlenme mi var yoksa hitan mı diye sorar, bunlar için düzenlenen eğlencelere ses çıkarmazdı. İslâm dünyasında yörelere göre bu kutlamalar çeşitlilik arzetmiştir. Mekkede tahar adı verilen şenlikler düzenlenirdi. Genellikle çocuklar 3-7 yaşlarında sünnet edilir, sünnetin yapılacağı günde güzel elbiseler giydirilir ve at üzerinde dolaştırılır. İki yanında, attan düşmesini engelleyecek ve mendillerle kendini yelpazeleyecek adamlar dolaşır. Önde davulcu ve defçiler gider, zenci bir hizmetçi içinde kömürde reçine ve tuz yanan bir mangalı başında taşır. Çocuğun arkadaşları alayın ikinci kısmını teşkil eder. İkindi vaktine kadar şehrin sokaklarında dua okuyarak, eğlenerek dolaşan çocuklar, gece de bunu sürdürürler. Ertesi gün arka üstü yatırılarak çocuğun dikkati tatlılarla başka tarafa çekilerek operasyon gerçekleştirilir. Evliya Çelebi'ye göre, Mısır'da erkek çocuklar 5-6 yaşlarında sünnet edilirler.       Genellikle masrafı azaltmak için sünnet gruplar halinde yapılır Kız gibi giydirilen çocukların, yüzlerinin bir kısmı mendille örtülür. Böylece nazardan korunacağına inanılır. Atlara bindirilerek, çalgıcılar, yaşlılar yardımcılarıyla peştemal kuşanmış sünnetçi ellerinde kandiller, büyük bir alayla sokaklarda dolaşırlar. Üç gün üç gece ziyafet verilir, eğlenilir ve son gün çocuk sünnet edilir (Evliya Çelebi, Seyahatname, İstanbul 1971, XV, 25). Yakın zamana kadar Cezayir'de sünnet, 7 günlük ile 13 yaş arasında berberler tarafından yapılırdı. Cava'da sünnet İslâm'a giriş merasimi olarak kabul edilir. Bu nedenle sünnete müslüman kılma işi denilir. Sünnet sırasında Kur'ân hatmedilir. Çocuk ata mezarlarına ziyarete götürülür. Çocuk için özel bir yatak hazırlanır ve buraya çeşitli yiyecekler ve meyveler konur. Bunların sembolik anlamları vardır. Sünnetten bir gün öncesi çocuk yıkanır, bir alay tertiplenerek, arkadaşlarıyla arabalarla dolaştırılır. Süslü bir elbise giymiştir. Sünnet günü yaşlı ve çok çocuklu bir kimsenin dizine oturtularak sünnet edilir. Bunun ilerdeki evliliğini olumlu yönde etkileyeceğine inanılır. Türkiye'de sünnet merasimleri genellikle yemekli, yapılmaktadır. Bazı yörelerde kirvelik büyük bir önem kazanmıştır. Sünnet çocuğunun yatağı gelin odası gibi süslenir. Başucuna işlemeli bir mahfaza içinde Kur'ân-ı Kerim asılır. Etrafına güzel kokular serpilir. Ailenin maddî durumuna göre çocuk sırmalı, işlemeli, nazarlıklı başlık ve elbise giyer. Külah ve omuzdan koltuk altına uzanan bir kuşak üzerinde Maşaallah yazılır. Davetlilerin sünnet olana hediye getirmesi veya zarf içinde para vermesi âdet olmuştur. Hediyeler çocuğun yatağına veya yastığının altına bırakılır. Eski İstanbul'da sünnet düğünlerinin genellikle yapıldığı sonbahar bir eğlence mevsimiydi. Yazın sıcağında sünnet yeri geç iyileşir düşüncesiyle düğünler sonbaharda yapılırdı. O dönem düğünlerinin en muhteşemi Osmanlı şehzadeleri için yapılan Sür-ı Humayumlar'dır. 1457'de II. Mehmed'in oğulları Bayezid ve Mustafa için yapılan sünnet düğünü bir ay kadar sürmüştür. Edirne'de bu düğüne bir çok devletin ileri gelenleri ile birlikte komşu hükümdarlar da davet edilmiştir. Devletler arası tebrikleşmeler için Kalkaşandî örnekler vermiştir (Subhul-Âşâ, IX, 78). Kanunî'nin oğulları Mustafa, Mehmed ve Selim için tertiplediği sünnet düğünü üç hafta kadar sürmüştür. Şehzade düğünlerinin en ihtişamlısı 1582'de III. Mustafa'nın Şehzade Mehmet için tertiplemiş olduğu sünnet düğünüdür. Bu düğün iki ay kadar sürmüş düğünde olup bitenler devlet bünyesinin bir hayli zayıflamasına neden olmuştur. 1858 yazında I. Abdülmecid, dört oğlunu birden sünnet ettirdi. Halkın eğlencelere iştirakini sağlamak için düğün açık havada yapıldı. Açık hava sahasına binlerce Türk ve İran halısı serildi. Atlas ve kıymetli kumaşlardan yüzlerce çadır kuruldu. Bütün İstanbul'un donandığı bu düğün de şehzadelerle birlikte 10 bin çocuk sünnet ediliyordu. Şehzadelerle pek çok çocuğun sünnet edilmesi eski bir âdetti. Sünnet düğünleri, çocuklar için şeref, padişah için hayır, halk için eğlence idi. Minyatürlere de yansıyan eğlencelerde, cambazlar, ortaoyunları, gölge oyunları, hokkabazlar, tiyatro temsilleri, musikî...12 gün 12 gece devam eden Sür-i Humayun, Osmanlı kültürünün bir sergisi mahiyetindeydi. Bugün de gelenek olarak yapılan bu sünnet düğünlerin de gösterişe varan büyük israflar ve İslamın reddettiği amel ve davranışlar yapılmaktadır. Sünnet olarak icra edilen bu prensip içki alemleri ve gayr-i meşrû israf ve eğlencelerle kirletilmektedir. Allah'ın razı olacağı amel-i salihlerle ve helal şekilde yapılması gereken bir gelenektir
8.5. TÜRK ÖRF VE ADETLERİNDE DÜĞÜN GELENEKLERİ  
Biz Türk'ler örf ve adetlerimize bağlı bir toplumuz ve her yörenin kendine has bir örf ve adeti vardır.peki genel olarak Türk ve örf adetlerinde düğün gelenekleri nelerdir buyurun;
1. Görücü gitme
2. Kız isteme
3. Söz kesme ve şerbet içme
4. Nişan hazırlığı
5. Nişan takma
6. Düğün (çeyiz serme-karyola düzme ve urba görme, kına, güvey başı, gelin inme, yüz görümü, duvak.                                                                                                
8.5.1. SÖZ KESME (SÖZ VERME) VE ŞERBET İÇME:
Bazen kız isteme dönemi birkaç defa tekrarlanır. Bu gidip gelmelerde çok yakınlardan tutunda, hatırı sayılır olgun kişilerde devreye girerler. Kız evi bütün bu gidip gelmeler sonunda ikna olup kızını vermeye razı olunca söz kesme günü tespit olunur. Öz kesme için giysi ve söz yiyecekleri oğlan evi tarafından alınır. Söz kesme günü oğlan evi çay, kahve, şeker, lokum ve kolonya gibi yiyecek ve içeceklerle yakın aile çevresi ve aile büyükleriyle kız evine giderler. Oğlan evinden getirilen şeker ve su ile yapılan şerbet misafirlere ikram edilir. Arkasından oğlan evinden getirilen çay, şeker ve lokum verilir. Kız evinde toplananlar hem oğlan hem de kız evinin kadınlarıdır. Böylece kadınlar arası söz kesme yapılmış olur. Kız evindeki şerbet ve diğer yiyeceklerin dağıtma işi gelin adayı ve arkadaşları tarafından yapılır. Şerbet içimi bittikten sonra çay ve tatlı yenilir, içilir. Böylece kadınlar arası söz kesimi yapılmış olur.
Aynı günde erkekler içinde söz kesme ve şerbet içme olur. Bir kahvede kız evinin ve oğlan evinin yakın arkadaşları, akrabaları ve komşuların erkekleri toplanır. Orada şerbet, çay, şeker ve kahve ikram edilir. Bu ikramlar esnasında hocaya dua ettirilir. Kadınlar ve erkekler arsında içilen şerbetin amacı, çevreye evlilik amacını belirtilmesi, tarafların birbirine tatlılıkla yakınlaşması ve aralarındaki kaynaşmayı sağlar. Söz kesimi bittikten birkaç gün sonra oğlan evinin çok yakınları kız evine giderek nişanda takılacak takıları ve nişan elbiselerinin nasıl alınacağını konuşurlar. Kendi aralarında tatlılıkla bir karar vararak nişan gününü tespit ederler.
 8.5.2. NİŞAN HAZIRLIĞI:
 Söz kesildikten sonra oğlan ve kız evi arasındaki yakınlaşma iyice artar. Nişan töreni için yapılacak hazırlıklara da yavaş yavaş başlanır. Aileler arasında takı denilen ziynet eşyası ve nişanlıklar üzerinde konuşmalar başlar. İki taraf arasında takı konusunda anlaşmaya varıldıktan sonra, kız ve oğlan evinden ikişer veya üçer kişiyle çarşıya gidilir. Çarşıda yüzük, küpe, bilezik, (anlaşmaya göre zincir ve dövme) saat, kolye, ayakkabı, terlik, çanta, iç çamaşırı ve makyaj malzemesi gibi kararlaştırılan şeyler alınır. Daha sonra nişanlık ve nişandan sonra giymesi için bir hazır elbise alınır. Kız evi de damat için yüzük alır. Her iki tarafın anlaşmasıyla nişan günü kararlaştırılır. Sandıklı köylerinde takı pazarlığı iki aile arasında çok çetin geçmektedir.bu takılar çoğu zaman bir servet denecek seviyeye ulaşmaktadır. Sandıklı'da ise eski takı ile ilgili kurallar hemen hemen kalkmıştır. Oğlan evi artık kendi imkanlarına göre takısını takmaktadır.
8.5.3 NİŞAN TAKMA:
Kararlaştırılan nişan günü için kız ve oğlan evinden eş, dost, akraba ve yakın komşular çağrılır. Nişandan bir gün önce oğlan evi kız evine kızın giyeceği nişanlığı ile lokum, çay, şeker, kahve, kolonya, ve çikolata götürürler. Nişan töreni genellikle öğleden sonra veya akşam yapılır. Nişan günü sabahleyin gelin kız kuaföre götürülür. Daha sonra kız evinde veya kız evinin temin ettiği bir yerde, tüm davetlilerin bir araya gelmesiyle nişan töreni başlamış olur. Genellikle oğlanın annesi veya en yakınlarından birisi kıza ziynetlerini takar. Ayrıca kıza oğlan evi tarafından kız kardeşi, halası,n teyzesi ve akrabaları da isterse ziynet takarlar. Takı töreninden sonra kız el öpmeye başlar. Bu arada oğlan evi tarafından getirilen şerbet, çay, şeker ve lokum ikram edilir. Bir zaman sonra oğlan evi kız evinden ayrılır.
Eğer nişan takma törenine damat adayı gelmemişse bir sürahi şerbet hazırlanır. Sürahinin üzerine kırmızı örtü örtülür. Sürahinin ağzı bağlanır, bağın ucuna ise nişan yüzüğü bağlanır. Bu şerbet, oğlanın kız kardeşi veya bir yakını tarafından oğlana götürülür. Vermeden önce götüren kişi, oğlan tarafından ödüllendirilir. Getiren kişi bağlı bulunan yüzüğü çıkararak damat adayına verir. Damat adayı sevinç içinde yüzüğü parmağına takar. Bir taraftan da yakını tarafından doldurulan şerbeti içer. Aradan bir zaman vakit geçtikten sonra "ağız tadı" adıyla hazırlanan bir tepsi baklava, bir tepsi börek, gerekli miktarda çerez (fındık, fıstık, şeker, lokum) ve kız evi için hazırlanan dürü denilen hazırlıklar tamamlanır. Oğlan evi bu hazırlananları kız evine götürür. Kız evi, oğlan evinin geleceğini bildiği için gerekli yemekler hazırlamıştır. Hep beraber yemek yendikten sonra biraz oturulduktan sonra kız evinden kalkılır.
Birkaç gün sonra aynı şeyleri kız evi, oğlan evine götürür. Oğlan evi oldukça zengin bir davet yemeği ile kız evini ağırlar. Davet yeğinde sırasıyla toga çorbası, söğüş et, börek, hoşaf, baklava, bamya, dolma (kalem, yaprak veya biber) ve en sonunda sütlaç verilir. Yemekten sonra biraz oturulur ve kalkmadan önce oğlan evi, kız evinden gelenlere çeşitli hediyeler verir. Ve kız evi oğlan evinden ayrılır. Böylece oğlan evi ile kız evi birbirine daha yakınlaşmış olurlar.
Nişanlılık dönemi birkaç hafta sürdüğü gibi birkaç ay veya birkaç sene de sürmektedir. Nişanlılık dönemi hem oğlan evi hem de kız evi için ekonomik yönden çok ağır olmaktadır. Bu dönem düğün için bütün hazırlıkların yapıldığı bir dönemdir. Oğlan evi kız evine her gidişinde el öpmelik verir. Bu para, giyecek, çerez ve yiyecek şeklindedir. Nişanlılık döneminde bayram olursa gelin kıza bayramlık alınır. Sandıklı'da nişanlı gençlerin birlikte olmalarına ve beraber gezmelerine izin verilmez. Ancak son yıllarda oğlan ile kızın konuşmalarına, anlaşmalarına, birbirini görmelerine ve gezmelerine artık izin verilmektedir. Bunda sosyal toplum gelişimindeki değişikliklerin büyük etkisi olmuştur. Nişanlılık dönemindeki hazırlıklar bittikten sonra düğün günü iki aile arsında kararlaştırılır. Ve düğün hazırlıkları başlar. İlk iş olarak oğlanın babası nikah hazırlıkları için kızın nüfus cüzdanını almaya kız evine gelir. Burada kız babası ile konuşulur. Kaç kat elbise alınacağı, düğünde çalgı çalınıp çalınmayacağı ve diğer kız evinin istekleri kabul ettirildikten sonra kızın nüfus cüzdanı oğlanın babasına verilir. Bu işlerin bitiminden sonra artık iş çeyiz sermeye ve çeyiz hazırlıklarına gelmiştir.
8.5.4. DÜĞÜN:
a) Urba Görme:
Düğün ve nikah günü yaklaştığı zaman oğlan ve kız evi alışveriş için bir gün kararlaştırırlar. Alışveriş yapılan bu güne Sandıklı'da "urba görme" veya "elbise görme" adı verilir. Önce kıza ve eve alınacak eşyalar konuşulur. Sandıklı'da genellikle aileler arasındaki anlaşmaya göre yatak odası takımını kız evi, misafir odası takımını oğlan evi, mutfak eşyalarını da ortaklaşa alırlar. Esvap görme için tespit edilen günde, gelin kız, annesi, kız kardeşi ve gelinleri hep beraberce oğlan evine giderler. Orada oğlanın annesi, kız kardeşi varsa gelinleri hazır bulunur. Hep beraberce elbise görmek için alışverişe çıkılır. Bu sırada oğlan evinde kalanlar yemek hazırlarlar. Kız ve oğlan evinden çarşıya gidenler sırasıyla, kuyumcu, ayakkabıcı ve manifaturacıya uğrayıp, gerekli alışverişi yaparlar. Özellikle manifaturacıda her tarafın yakınlarına hediyeler alınır. Ayrıca kıza elbiseler, ayakkabılar, terlikler, makyaj takımı, ortaklaşa yapılacak ev eşyası ve daha başka gerekli olan, istenilen şeyler alınır. Alışverişin bitiminde ise topluca oğlan evine gelinir. Kız evinden gelen misafirler, oğlan eviyle beraber hazırlanan yemekleri yerler. Alışveriş için köyden Sandıklı'ya gelenler, alışverişin bitiminden sonra topluca lokantaya giderler. Yemekler yendikten sonra çarşıdan alınan eşyalara yeniden bakılır ve eksik bir şeyin olup olmadığı kontrol edildikten sonra teker teker bohçalara yerleştirilir. Böylece urba görülmüş olur. Artık sıra çeyiz sermeye ve karyola düzmeye gelmiştir.
b) Çeyiz Serme-Karyola Düzme:
Düğün haftasına girilince kız ve oğlan evindeki hazırlılar hızlanır. Düğün ve nikah günü belirlendikten sonra çeyizleri serme işlemi başlar. Çeyiz serme günü kız evinde Pazartesi, Salı veya Çarşamba günü, oğlana evinde ise Perşembe günü olur. Oğlan evi kız evindeki çeyizin alınması için Çarşamba günü veya Perşembe sabahı bir araba tutarak kız evine giderler. Kızın hazırlamış olduğu çeyizler arabaya yüklenerek oğlan evine getirilir. Arabacıya ya bir basma ya da bir gömlek verilir. Bu arada eşya getirmeye gidenlere, kız evi tarafından bazı hediyeler verilir. Perşembe günü kız evi topluca çeyiz serme için oğlan evine gelir. Kız ve oğlan evinin eşyaları, kız evinden gelenlerle yerleştirilir. Çeyiz serme işine oğlan evinde bulunanlar da yardım ederler. Bu arada hazırlanan bohça gelin odasına konur. Oğlanın yakın akrabalarına konan dürü bohçasının içinde iç çamaşırı, çorap, yazma, havlu, elbiselik, çarşaf, mendil vb giyim eşyaları bulunur. En sonunda kızın yatak odası hazırlanır. Bütün yapılan bu hazırlıklara Sandıklı'da "karyola düzme", bazı köylerinde ise "döşek gelme" adı verilir. Perşembe günü yapılan çeyiz serme ve karyola düzmeye yardım edenlere ve diğer misafirlere "karyola daveti" yapılır ve oğlan evi tarafından yemek verilir. Yemekte çorba, et, börek, baklava, sütlaç, dolma ve bamya yenir. Hazırlanan sofralara 10 ile 15 kişi oturur. Karyola düzmeden sonra yenen yemeğe Sandıklı'da "çeyiz yemeği" veya "karyola yemeği" köylerimiz de ise "döşek yemeği" veya "döşek ekmeği" denir.
c) Gelin Hamamı:
Düğün haftasına girildiğinde, oğlan evinden gelen kadınlar, gelin kızı Sandıklı'daki hamama veya Hüdai kaplıcasına götürürler. Hamama varıldığında gelin adayı, herkesin ellerini öper ve bohçaları ayrı ayrı düzenler. Hamamdan sonra geline ve kayınvalideye yeni çamaşırlar giydirilir. Gelini hamama götürmenin bir amacı da gelinin vücudunda bir sakatlık, eğrilik olup olmadığına bakmaktır. Hamamın bitiminde evden getirilen çeşit çeşit yemekler, meyvalar, tatlılar, turşular yendikten sonra gelin hamamı sona erer.
d)Okucu (Okuyucu) Çıkma
Perşembe günü çeyiz serme ve karyola düzme bittikten sonra, cuma günü her iki tarafın kadınları okucu çıkarlar. Kızevi, cumartesi günü olacak kız evindeki düğün ve kına gecesi için oğlan evi ise pazartesi günü olacak duvak için okucu çıkarırlar. Okucu çıkacak kişiler; kızın ve oğlanın annesi, kız kardeşi, yengesi veya çok yakınlarından olur. Okucular, etek üzerine Sandıklı'ya has sarı veya çizgili ipekten "okucu fıtası" örtünürler ve sayıları iki kişi olur. Ev ev dolaşarak, kız evindeki düğün ve kına gecesi ile oğlan evindeki duvak, eğlencesine akrabalarını, tanıdıklarını ve komşularını çağırırlar. Davet edilen evin kadını okuculara sembolik bir para verir, çağırma işi akşama kadar sürer.
e)Kız Evinin Düğünü
Kız evi, yakınları ve kızın arkadaşları Cuma gününden, ertesi gün yapılacak kız düğünü ve kına gecesi hazırlıklarına başlarlar ve tef eşliğinde oynarlar ve eğlenirler. Cumartesi günü sabahleyin oğlan evinden gelenler gelin kızı alır ve kuaföre götürürler gelin kızla birlikte, kız ve oğlan evinin yakınlarının da saçı yapılır. Gelin kız Sandıklı'dan dışarı çıkacaksa gelinlik, Sandıklı'nın içinde kalacaksa nişan elbisesi giydirilir. Kız evinin düğünü için Cumartesi günü öğleden sonra tutulan salonda veya uygun bir evde toplanılır. Düğün sadece kadınlar içindir. Düğünde bazı kadınlar üç etek denen yöresel kıyafeti giyerler. Bazı ailelerde küçük kız çocuklarına gelinlik giydirirler. Kız düğününe gelenler kızın annesine para ya da değişik hediyeler verirler. Ayrıca gelirken yanlarında bozuk para getirirler. Bu bozuk paralar oynamaya kalkanlara verilir. 0nlarda parayı tefçiye verirler. Tefçi çalar ve tef eşliğinde ikişer kişi kalkarak oyunları oynarlar ve eğlenirler. Öğleden sonraki eğlence ikindi ezanından önce biter. Eğlencenin bitiminde kızın arkadaşların ve yakınları kızevi tarafından yemek daveti verilir. Yemekler takım adı verilen "çorba, et, pilav, helva veya baklavadır". Yemek yenirken oğlan evinden dört veya beş kişi güveyi ve sağdıcın esvabını götürmeye gelirler. Kız evi oğlan ve sağdıcın giyeceği güveyi esvabını iki ipek bohçaya koyarak oğlan evinden gelenlere verirler. Güveyi ve sağdıç için hazırlanan iki bohçanın içinde iç çamaşırı, takke, mendil, kravat, çorap ve gömlek bulunur. Yemekten sonra akşam kına gecesinde toplanmak üzere davetliler dağılırlar.


f)Kına Gecesi :
Cumartesi günü öğleden sonraki kız evinin eğlencesinden sonra, akşamda kız evinde kına gecesi yapılır. Kına gecesinde gündüz oğlan evinden gönderilen çeşitli çerez ve kuru yemişler yenir. Kına gecesi eğlencesine oğlan tarafından kadınlar da katılırlar. Tüm davetlilerin gelmesiyle kına gecesi başlar. Gecede, gelinin başı kırmızı pullu örtüyle örtülür. Tef eşliğinde kızın arkadaşları, akrabaları ve komşuları oyunlar oynar, şarkı söyler. Tefçi, gelin kızın basında maniler, türküler ve şarkılar söyler. Kızın sağ avucunun içine kına konur ve davetliler kınanın üzerine para koyarlar. Belirli bir süre yapılan eğlenceden sonra gelen davetliler dağılırlar. Kızın yakın arkadaşları kız evinde kalır. Kendilerinin ve gelin kızın el ve ayaklarına kına yakarlar. Kına gecesi eğlencesinde kına yakılırken yöremize ait kına türküsü söylenir. Kına türküsü şöyledir:

Kınası karılır tasta,
Oğlan evi pek havasta,
Kız anası kara yasta.

Yarenim kınan kutlu olsun
Orda dirliğin tatlı olsun,
Ney ney ney anam ney

Tuz kabını tuzsuz koyan,
Koca evi ıssız koyan
Anasını kızsız koyan
*** Nakarat ***
Ana hamama vardın mı?
Yunduğum yeri göndün mü?
Şimdi kıymetimi bildin mi?
*** Nakarat ***
Kaya dibi karıncalı,
Yanı çitte görümceli,
Hem dayılı, hem amcalı,
*** Nakarat ***
Atlayıp geçer eşiği
Sofrada kaldı kaşığı
Gelin evlerin ışığı.

Kına yakılırken orada bulunan bütün davetliler ve kız anası ağlar. Kına gecesi davetlilerin dağılmasıyla sona erer.
g) Güveybaşı ( Güvey Dirilmesi ):
Cumartesi günü ikindi namazından sonra oğlan evinde güvey başı (güvey dirilmesi) yapılır. Güveybaşına, oğlan evinin çağırdığı davetliler (erkekler) katılırlar ve oğlan evinin önünde toplanırlar. İkindi ezanı okunmadan önce oğlan evinden dört veya beş kişi güveyi ve sağdıcın esvabını almaya kız evine giderler. Kızevi önceden hazırladığı, güveyi ve sağdıcın esvabının bulunduğu iki ipek bohçayı oğlan evinden gelenlere verir. İki ipek bohçanın içinde "iç çamaşırı, mendil, takke, kravat, çorap ve gömlek" bulunur. Güveyi esvabını almaya gelenlere kız evi çeşitli hediyeler verir. Kız evinden gelen giyecekler ve takım elbiselerin pantolonu damat ve sağdıç tarafından güvey başından önce giyilir. Hocanın giydireceği ceket ve örme takke iki ipek bohçanın içine konur. Öğleden sonra güveybaşı için gelen davetlilere oğlan evi şeker, lokum, sigara ve kolonya ikramı yapar. Güveybaşı töreni ikindi namazından sonra camiye gidenlerin hocayla beraber gelmesiyle başlar. Önce ortaya bir hasır ve üzerine de haba (kilim) veya halı serilir. Hazırlanan bohçanın içindeki ceket ve örme takke ortaya getirilir. Sağdıç damadın, damatta babası veya dedesinin elinden tutarak imamla beraber tekbir sesleriyle evden çıkarak ortaya gelirler. İmam dua okuyarak sağdıcın ve damadın çekenini ve takkesini giydirir. Hocanın duasını bitirmesinden sonra güveybaşına gelen davetliler halının üzerine bozuk para atarlar. Toplanan bu paralar hocanın olur. Gelen davetliler tarafından damat ve yakınları tebrik edildikten sonra güveybaşı (dirilmesi) bitmiş olur ve davetliler dağılırlar. Eğer düğün çalgılı ise güvey basından sonra damadın arkadaşları onun etrafında toplanarak, çalgı eşliğinde oynarlar, davetliler bu esnada damada ve arkadaşlarına para takarlar. Erkekler yer, içer ve eğlenirler. Akşam olduğu zaman oğlan evi güvey eğlentisi yapar. Geç vakitlere kadar damadın arkadaşları ve davetliler eğlenirler. Böylece Cumartesi gününün kız ve oğlan evindeki düğün, kına ve güveybaşı törenleri bitmiş olur. Artık sıra pazar günü, yapılacak düğün ve gelin almaya gelmiş olur.
h)Pazar Düğünü - Gelin Alma - Nikah
Sandıklı düğünlerinde, pazar günü oğlan evine çalgıcılar erkenden gelir. Damadın yakın akrabalarının ve komşularının kapıları önünde çalgı çalarlar. Bunun anlamı ise akrabaları ve komşuları düğüne ve gelin almaya davet etmektir. Hangi evin önünde çalgı çalınırsa, o evin sahibi çalgıcılara bahşiş verir. Pazar günü sabahleyin erken saatlerden itibaren oğlan evinin davetlileri gelmeye başlar. Oğlan evinden, gelen davetlilere şeker, lokum, sigara ve kolonya, verilir. Yaz mevsiminde ise bunlara ilaveten soğuk içecekler verilir. Kızevinde, herkes erkenden kalkar ve gelini hazırlamaya koyulur. Oğlan evinden gelen kadınlar, gelini kuaföre götürürler, saçları yapıldıktan sonra gelinlik giydirilir gelini kız evine bıraktıktan sonra geri dönerler. Oğlan evinde ise gelin arabası güzelce süslenir. Çalgılar çalınır, oyunlar oynanır. Öğleye kadar oğlanevinin eğlencesi devam eder.
Öğle namazından sonra, önceden hazırlanmış gelin arabasına damat, annesi ve babası biner. Gelin arabası, tutulan arabalar ve davetlilerin arabalarıyla birlikte konvoy halinde kız evine varılır. Gelen arabalara kız evi tarafından mendil, havlu veya durumları iyiyse seccade bağlanır. Bütün bu işler tamamlandıktan sonra gelin kız ana, baba, kardeşleri, arkadaşlarını, akraba ve komşularıyla dolaşmaya başlar. Bu vedalaşma çok içten ve üzüntülü olur. Gelinin ağabeyi, babası veya dedesi kızın beline kırmızı kuşak bağlar ve kız babası kızına çeşitli tembihlerde bulunur. Daha sonra getirilen hocanın ve davetlilerin tekbir sesleri arasında gelin arabaya bindirilir ve gelin alınır. Hareket etmeden önce oğlan evinin yakınları tarafından fındık fıstık ve şeker atılır. Gelin alındıktan sonra konvoy kız evinden yola çıkar. Yolda gençler gelin arabasının, önünü keserler ve karşılığında para (bahşiş) alırlar. Düğün konvoyu eğer nikah yapılmamışsa doğru nikah salonuna gider. Burada gelen davetlilere nikah şekeri, sigara ve kolonya ikram edilir. Davetliler tamamen toplandıktan sonra nikah memuru tarafından genç çiftlerin nikahı kıyılır. Nikah bittikten sonra konvoyla şehir gezilir. En son şehir mezarlığından. geçilir.. Bundan amaç. insanların sonunun ölüm olduğu ve en sonunda geleceğimiz yerin orası olduğunu hatırlatmaktadır. En sonunda düğün konvoyu oğlan evin gelir. Sandıklı düğünlerinde gelin kız, nikah olmadan oğlan evine girmez. İki türlü nikah vardır. Biri resmi, diğeri de imam nikahıdır.
ı) Gelin İnme-Yüz Görümü:
Düğün konvoyu şehri gezdikten sonra oğlan evine gelir, evin kapısında kurban kesilir. Gelin ve damadın alnına kesilen kurbanın kanı sürülür. Gelin, oğlan evine girince el öptürme töreni başlar. Geline elini öptüğü yakını, komşular ve davetlilere düğün yemeği verilir. (Çorba, et, pilav, helva) Ayrıca mevlit okutulur. Gelinle damat içerideyken bir odada şerbet içerler. Buna "koltuk" adı verilir. Damat odadan çıkarken bozuk parayla karışık şeker atar ve dışarı çıkar. Daha sonra oğlan evinin yakınları ve komşuları geline bakmaya gelirler. Çıktıktan sonra geline para verirler. Çok yakınları altın veya bilezik takarlar Damat geline yüz görümlüğü ve hoş geldin hediyesi olarak bir altın veya bilezik takar. Daha sonra damat evden ayrılır ve arkadaşları tarafından akşama kadar gezdirilir. Damat akşam eve geldiğinde misafirlerle akşam yemeği yenir. Daha sonra damat ve gelin imam nikahı için abdest alırlar. Yatsı namazından sonra çağrılan hoca genç çiftlerin imam nikahım kıyar.
i)Duvak:
Pazartesi günü erkek tarafı kadınlara arasında duvak dediğimiz eğlence yapar. Gelinin saçı yapılır ve gelinliği giydirilir. Öğleden sonra oğlan evi tarafından tutulan salonda veya uygun genişçe bir yerde, oğlan evinin akrabaları ve komşuları toplanırlar. Duvağa gelenlere şeker, lokum ve kolonya ikram edilir. Davetlilere salona geçmeden önce kaynanaya hediye olarak para verirler. Önceden bir tefçi kadınla, oyuncu kaldırmak için bir kadın ayarlanır.Davet edilen kadınlarla, genç kızlar duvak eğlencesine gelirken en güzel elbiselerim giyerler. Oğlan evinden bazı kadınlar üç etek, küçük kız çocukları da gelinlik giyer. Duvakta Sandıklı'ya has yöresel oyunlar, tef eşliğinde ortaya ikişer ikişer kalkarak oynanır. Duvak eğlencesinde oynayanlara bozuk para verilir. Onlarda paraları tefçinin eteğine atarlar. Gelin duvakta geçimi olmaz düşüncesiyle para vermez ve konuşmaz.
j) Düğün Sonrası Davetler:
Düğün bittikten sonra 1 ay içinde kız tarafı, oğlan evi ve yakınlarım "damat daveti" veya "düğün daveti" denen davet yemeğine çağırırlar. Davet yemeğine giderken geline gelinliği ve carı giydirilir. Ayrıca yüzüne pullu örtülür. Bu davette Sandıklı'ya has yemekler yenilir. Sırasıyla toga çorbası, söğüş et, börek, hoşaf, baklava, bamya, dolma ve sütlaç verilir. Kurulan sofralara 10 ila 15 kişi oturur.
8.6. ÇAĞDAŞ EĞLENCE SEKTÖRLERI VE TÜRK TOPLUMU
Batı milletleri tarzında eğlence anlayışının dönüşüm süreci 1960’lı yıllarda yaygınlaşmaya başladı. Özellikle şehirleşme ile birlikte kitle iletişim teknolojilerin evlere girmesi bu dönüşümde kilit rol olmuştur. Tiyatro, radyo, televizyon, gazete, dergi, üniversiteleşmenin yaygınlaşması ve Avrupa ülkelerine işçi göçü eğlence anlayışımızda yeni yorumlara ve yeni bakış açılarına katkı sağlamıştır. Fakat yine de Türk ve İslam geleneğinden bariz kopmalar söz konusu değildir. Bu konuda türizimci Çelik Gülersoy’un tespiti şöyledir: “ İçtimai bir zihniyet yapısının sonucu olarak toplumumuz eğlenceye değil, dinlenmeye yönelik bir görünüm taşır. Hiçbir zaman toplum çapında topluca eğlenmeye yönelik bir sosyal yapımız olmamıştır. Bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi kadın erkek cinslerinin ortak hayatı yok. Sekslerin kendi içinde eğlenmeleri uzun ömürlü olmaz. Bir yerde biter ve doğal olmaz.Doğal olması için kadın ve erkeğin topluca yemek yemesi, müzik dinlemesi, kalkıp oynaması lazım. Halbuki asırlar boyunca Türkiye’de kadın ve erkek ayrı yaşamış; halen taşrada yine ayrı yaşantılarını sürdürüyorlar ve eğlence hayatı doğamıyor. Bu neden böyle diye baktığımızda da karşımıza dini sebepler çıkıyor. Ayrıca dinin de ötesinde mistik toplumsal nedenlerden dolayı eğlencenin kendisi de kavram olarak çok makbul bir şey değil. Çok sevinmek, eğlenmek doğu toplumlarının yapısında fazla yok.” 15 Çelik Gülersoy’un tespitlerinden anlaşılan durumu biraz açmak gerekir. Türk-İslam toplumlarında aşırılık ve dünya düşkünlüğü, inanç gereği bastırılıp dizginlenmiştir. Fakat batı ülkelerinde makul insani ölçülerde eğlenme biçimleri terk edilerek yerine aşırılık getirilmiş ve medeniyet kavramıyla birleştirilmiştir. Elbette Türk insanı eğleniyor ve elbette sevinçler paylaşılıyor. Küreselleştirme etkinliklerinin alt yapısında, kültürsüzleştirme ve kimliksizleştirme uygulamalarının büyük sermayelerce destek gördüğü de çok açıktır. Özellikle batı ve ABD kaynakları fonlar tarafından desteklenen “ batılılaştırma ve çağlaştırma” faaliyetleri, eğlence sektörü ile işbirliği içindedir. Televizyon ve sinema sektörü ile Internet odaklı bu faaliyetler giderek bir kültür emperyalizmine dönüşmektedir. Eğlence ve kadın unsurunu yoğun olarak kullanan bu oluşum, geleneksel orijinal oyun ve eğlence motiflerini de adeta bombardıman altına tutup yok etmektedir.
Geleneksel Türk ve İslam eğlence anlayışının yaşatılıp yaygınlaştırılması konusu ayrı bir alan olsa da, Türk Kültür Bütünü politikası açısından telafisi zor yıkımlar yaratabilir. Turizm ve ticaret amaçlı yoz eğlence biçimlerinden inanç ve kültür turizmine doğru planlı bir yöneliş,”eğlence ve edeb” bağını yeniden pekiştirebilir. Cinsel sömürüye dayalı her türlü faaliyetin sonucunda, evrensel insani değerlerde telafisi zor erozyonlar gerçekleştiği bilinmektedir. Batılı üretim ve tüketim sektörlerinde ve turizm ve tatil etkinliklerinde bilgilendirici ve eğitici formatlar artık ön planda tutulmamaktadır. Her şeye rağmen kazanmak ve çılgınca tüketmek dünyanın doğal dengelerini de sarsmaktadır. Teknoloji ile uygarlaştığını sanan zenginleşmiş milletler ve ülkelerin gelecek yüz yıllarında, “insan sevgisi ve barış ortamı” olmayabilir. İnsanı ve dünyayı kendi elleriyle yıkan “büyük klanlar”ın pişmanlığı da artık hiçbir fayda sağlamaz.
Yaratılış amacına uygun olarak yaşaması gereken insanoğlu, eğlence ve israfla üzerinde yaşadığı dünyanın bir cehenneme dönüşmesinde duyarsız kalması ancak” küresel mankurtlaştırma” ile tanımlanabilir. Türk insanı, köklerinden süzerek getirip yaşattığı ve töreleştirdiği (=Türk hukuku) değerlerini ekonomik ve özellikle ticari hayatla bağdaştırma yöntemlerini geliştirmelidir. Böyle bir gelişim için Türk kültür politikası mevzuatlara yansıtılmalıdır. Ancak, Türk eğlence sektörlErinde yaşanan aşırılıklar, asimilasyon çalışmalarında da ne yazık ki, etkili olmaktadır.
Ülkemizde spor, sanat ve siyasi kirlenme içinde, eğlenme ve oyun amacını aşan uygulamaların önünü alabilmek için “kültür” eğitim, bilim, iletişim ve politikada bilimsel planlamalar bir mecburiyeanlayışı, Türk töre ve karakterine uygun bir din olarak özümsenmiştir. İslamiyet ile Türk töresi iç içe geçerek adeta birbirini tamamlamışlardır.
İslam dinindeki haklar ve kurallara ilişkin helal ve haram dengesi, eğlence hayatını kısmen düzenlemiş ve özellikle düşük ahlaklılık gösteren eğlence anlayışları yavaş yavaş terkedilmiştir. 

Hiç yorum yok: