HOŞGELDİNİZ

Aradığınız konularda size yardımcı olabildiysem ne mutlu

Bu Blogda Ara

16 Ekim 2010 Cumartesi

TÜRKLER’DE İLAHİ AŞK’IN YERİ VE ÖNEMİ

. İlahi Aşk
Aşk-ı ilahi olarak da anılır.
Dini ya da spirtüalist yönelişlerle kişinin, maddesel dünyaya ait varlıklara olan sevgisinin kaynağına dönerek ilahi olana dair hissettiği yüce bağlılık.
İlahi aşk ile kişi madde dünyasının ya da formların yerine ideaları oluşturucu kabul ettiği en yüce olana yöneldiği için nesnel bazda bir sevgi değil bilakis bütüne dair bir sevgi anlayışı içindedir. Bu yönüyle de beşeri sevginin ötesinde aşkın (transandantal) bir yapısı vardır. Buradaki yöneliş genelde bilinçli olmamakla birlikte kişinin aldığı inisiyatik eğitim onu bu aşkı aramaya itebilir.
Ululukta değil aşk, hünerde değildir. Bilge değildir, hem defterde değildir. Kitap sayfalarında hele hiç değil. Halkın dedikodusu da olmaz âşıkların yolu…
Dalı sonsuzluktadır aşkın, kökü ilksizliktedir. Ne arşa dayanır bu ağaç, ne toprağa. Bir gövdesi de yok ki gövdeye dayanası.
Aşk gelince, aklı koyduk rafa, heva ve hevesi falakaya yatırdık… Akla ve ahlaka yaraşır şey değil çünkü şu kendini beğenmişlik.
Hani ey âşık, hani özlem çekiyorsun ya Sevgili’ye! Bil ki Sevgili’dendir özlemin özü. Odur asıl sana özlem duyan. Çünkü o tutuşturmayınca alevi, kimsede olmaz ateş. (ve aşk ateşi önce sevilene, ondan sevene düşer)
Deniz yolcusuna ya korku, ya umut tahtasıdır gemi. Yolcu da, tahta da yok olunca ne kalır ki yolculuktan başka!
Bir tahta parçasına verdinse gönlünü, boğulmaktan korkarak, yol eri değilsin sen. Belki aslına isyan eden bir isyancı!
Sustum! Bir harf bile söylememin imkânı yok yoklukta artık. Aslı olmayan sözlerdir çünkü hep dilimde, gerçek değil surettir hep… Cana eziyetten başka bir şey vermez ki söylesem!
Sustum! Çünkü hadden aşkın olacak söz, kabından taşacak… Ne kulaklarda onu anlayacak bir kudret var oysa ne anlayışında ona uygun bir kabiliyet!
Ey Tebrizli! Hem denizsin sen, hem inci. Allah nurundan başka bir şey değil varlığında!
15.1.2. Dinlerde İlahi Aşk Kavramı
İlahi aşkın esas kaynağı ezoterik geleneklerdeki vahdet-i vücud (varlığın bir oluşu) inanç ve düşüncesidir. Varlığın Birliği anlayışında tüm varlık âlemi sadece tek olan yüce yaratıcının tecellilerinden ibaret sayıldığı için aşk kavramı bütünleşmenin, bir olma çabasının görünümü olarak kabul edilir.
Ezoterik geleneklerde İlahi olan yüce yaratıcı ile bütünleşmenin iki yolu vardır: Bilgi Yolu ve Sevgi Yolu. Bilgi yolundaki somut ve uygulamaya bağlı tüm deneyimler, sevgi yolunda nesnesiz, soyut bir hissedişe yönlendirilir.
15.1.3. Türklerde İlahi Aşk ve Tasavvuf
İlahi aşk, Türk Edebiyatı içerisinde özellikle tasavvuf şiirinde ve müziğinde kullanılmış temalardan birisidir; belirli bir imge olarak Mecnun'un hali özellikle musiki ve şiirsel ritüellere sahip Mevlevi tarikatının takipçilerine sunulmuş ve ondaki kozmik bütünlenme (beka) ya da varlığın birliğinde yok olma (fena) hali nesnel bir örnek olarak gösterilmiştir
Mevlana Celaleddin Rumi, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli gibi şiirler de yazan tasavvuf büyükleri aşk-ı ilahi konusunu sık sık kullanmışlardır.
Aşk, şiddetli sevginin adıdır. Tasavvuf dilinde, Allah’a muhabbet anlamında kullanılır.
İnsan, aşkı ya Mecazi kullanır, ya da Hakiki. Mecazi aşk, fanilere gönül bağlamaktır. Hakiki aşk ise, Allah’ı sevmektir. Bazen Mecazi aşk, Hakiki aşka vesile olur.
Bu konunun en çarpıcı misali, Leyla-Mecnun kıssasıdır denilebilir. Mecnun, Leyla’ya sevgisinden deli-divane olur. Çöllere düşer. Gözleri Leyla’ya benziyor diye, çölde ceylanlarla arkadaş olur. Bir gün bulunduğu yere bir köpek gelir. Kimse ilgilenmezken, Mecnun köpeğe büyük ilgi gösterir. Niye böyle yaptığını sorarlar, “Siz bilmiyorsunuz, bu köpek Leyla’nın diyarından gelmiştir” der. Neticede, Leyla’yla bir araya geldiğinde, hayır, der, Leyla sen değilsin. “Sen yürü Leyla ki ben Mevla’yı buldum.” der. Böylece kendisindeki Mecazi aşk, gerçek aşka inkılâp eder.
Yunus Emre’ye “Bana Seni gerek Seni” dedirten de, aynı İlahi aşktır. Yunus Emre ve Mevlana gibi Hak aşığı olan zatlar, aşktan bahsettiklerinde “İlahi aşkı” kastederler. Bundan sonraki “aşk” ifadelerine bu noktadan bakmak gerektir.
Her şeyden evvel “aşk” fikri bir mesele değildir; hali ve vicdanidir. Yani, matematiğin, kimyanın meseleleri gibi, net ifadelerle anlatılması ve anlaşılması mümkün olmayıp, ancak halen ve vicdanen bilinir. Bu noktada aşk, sübjektif bir karakter arz eder. Mevlana, bunu şöyle dile getirir: Biri “Âşıklık nedir?” diye sordu. “Benim gibi olursan anlarsın” dedim. Kalem ki, çarçabuk yazıp gidiyordu. Aşkın tefsiri bahsine gelince, tahammül edemeyerek yarıldı. Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi aciz kaldı.


15.2. MEVLANA (1207–1273)
Şekil 1
Mevlana 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.
Mevlana'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" unvanını almış olan Hüseyin Hatibi oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.
Sultanü'l-Ulema Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultanü'l-Ulema 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı.
Sultanü'l-Ulema'nın ilk durağı Nişabur olmuştur. Nişabur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Feridüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlana burada küçük yaşına rağmen Feridüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultanü'l-Ulema Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kufe yolu ile Kâbe’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Larende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.
1222 yılında Karaman'a gelen Sultanü'l-Ulema ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlana 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlana'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlana bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlana'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkârlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultanü'l-Ulema Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti.
Sultanü'l-Ulema, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlana Dergâhı’na bugünkü yerine defnedildi.
Şekil 2
Sultanü'l-Ulema ölünce talebeleri ve müritleri bu defa Mevlana'nın çevresinde toplandılar. Mevlana'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlana büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Mevlana 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizi ile karşılaştı. Mevlana Şems'te "mutlak kemalin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlana Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizi'nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlana 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlana'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlana'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlana'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.
Mevlana ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlana ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arus" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir"
15.2.1. Mevlana ve Aşk
Her türlü kemale erişi aşkta gören Mevlana'nın bütün eserleri aşka dairdir. Zira aşk hayatin aslidir, özüdür. Kâinatın yaratılış sebebi aşktır. 'Sen olmasaydın bu gökleri yaratmazdım.' Kudsi hadisiyle; varlık âlemlerinin yaratılmasındaki yegâne maksadın, Cenab-i Hakkin Hazreti Peygambere duyduğu sevgi olduğu belirtilir. Mademki varlığın mayası aşktır, aşkın en ileri noktası olan Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin üzerinde değere sahiptir. Mevlana bu düşünceden hareketle, binlerce beyitte ilahi aşkı söylemiştir. Onun aşka dair düşüncelerini dört grupta toplamak mümkündür. Akıl ve aşk mukayesesi, aşkın üstünlüğü ve değeri, fanilere duyulan aşkın geçersizliği, aşktan nasibi olmayanların zavallılığı...
Mana Padişahı Mevlana'ya göre akıl ve ilim, gayb âleminin gerçeklerini kavramada yetersizdir. Bunlar insanı bir noktaya kadar götürür, ancak hedefe ulaştıramaz. Fakat insan aşktan kanatlara sahipse, ilim ve aşkın hayal edemeyeceği kadar yücelir. Tıpkı miraç gecesi olduğu gibi. O kutlu gecede Hazreti Peygamber ve Cebrail gök katlarında yükselirken, Sidre-i Müntehaya gelince; Cebrail "Bir parmak ucu daha ilerlersem, yanarım." diyerek kalmış, Hazret-i Peygamber ise Sidre'yi geçerek Cenab-ı Hakka yakınlığın son derecesine ulaşmıştır. Sidre-i Münteha denen yer; gerek melek gerekse peygamber, bütün varlıkların ulaşabildiği son noktadır. Bir başka deyişle emr-i İlahiden başka her şeyin son bulduğu yerdir. Mutasavvıflar buradan hareketle, Cebrail’i beşer idrakin, ilim ve aklın sembolü, Hazret-i Peygamber'i ise gönül ve aşkın timsali olarak görürler. 
Hazret-i Mevlana bu hususa işaret eder: 
Gerçi başlangıçta akil muallimdi. Sonra akil üstatken ona talebe olur. 
Akıl, Cebrail gibi ; ' Bir adım daha gitsem; bu kol, kanat yanar.
Sen bana bakma, yürü, geç! Benim için daha ileri yer yok.' der.
Bu yüzden Mevlana; aşkı, her sufinin yaşaması gerekli bir hal olarak görür. Ona göre ancak aşkla sevgiliye, Hakk'a bağlanan gönül muteberdir. (Mesnevi, I / 1853). Cebrail gibi, akıl ile insan Allah'a ulaşamaz; yarı yolda kalır. İnsanla, Allah arası bir deniz mesafesi ise; akıl bu denizde bir yüzücü, aşk ise bir gemidir. Yüzmek güzeldir ama uzun bir yolculuk için yeterli değildir. İnsan yüzerken yorulabilir, boğulabilir. Ama gemiye binen hedefine ulaşır.
15.2.2. Hazret-i Mevlana’nın Tasavvufunda Aşk
Mevlana’nın tasavvufunda, yaratılışın, hayatın manası aşktır. Aşk ise, kimseye niyazı, ihtiyacı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olmak da geçici bir hevestir. Yaratılışın sebebi bütün hastalıkların takibi, böbürlenmenin, bencilliğin devası, elemlerin merhemi ilahi aşktır: “Aşk, o şuledir ki, parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar”, “Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olma, geçici bir hevestir.”, “Ey bizim kibir ve azametimizin ilacı, ey bizim Eflatunumuz! Ey bizim Calinusumuz!”, “Toprak beden, aşktan göklere çıktı, dağ oynamaya başladı, çevikleşti. Ey âşık! Tur’un canı oldu. Tur sarhoş, Musa da düşüp bayılmış... Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir. Vah ona!”
15.2.3. Mevlana'nın Eserleri
Şekil 3
15.2.3.1. Mesnevi
Mesnevi klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım türüne Mesnevi adı verilmiştir. Uzun sürecek konular veya hikâyeler şiir yoluyla anlatılmak istendiğinde, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi türü tercih edilirdi.
Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir türü ise de, "Mesnevi" denildiği zaman akla "Mevlana'nın Mesnevi'si" gelmektedir.
Mevlana Mesnevi'yi Hüsameddin Çelebi'nin isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre, Mevlana, Mesnevi beyitlerini Meram'da gezerken, otururken, yürürken, hatta sema ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin de yazarmış.
Mesnevi'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasına göre beyit sayısı 25618’dir.

Mesnevi'nin Vezni:
Fâ i lâ tün - fâ i lâ tün - fâ i lün 'dür.
Mevlana 6 ciltlik Mesnevi'sinde tasavvufi fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikâyeler halinde anlatmaktadır.
Mesnevi’nin ilk 18 beyiti:
1) Bişnev in ney çün hikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned
---Dinle, bu ney neler hikâyet eder,
ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.
2) Kez neyistân tâ merâ bübrîdeend
Ez nefîrem merd ü  zen nâlîdeend
----Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan
erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.
3) Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk
----İştiyâk derdini şerhedebilmem için,
ayrılık acılarıyle şerha şerhâ olmuş bir kalb isterim.
4) Herkesî kû dûr mand ez asl-ı hiş
Bâz cûyed rûzgâr-ı vasl-ı hîş
-----Aslından vatanından uzaklaşmış olan kimse,
orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar.
5) Men beher cem’iyyetî nâlân şüdem
Cüft-i bedhâlân ü hoşhâlân şüdem
-----Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Bedhâl (kötü huylu)
 olanlarla da, hoşhâl (iyi huylu) olanlarla da düşüp kalktım.
6) Herkesî ez zann-i hod şüd yâr-i men
Vez derûn-i men necüst esrâr-i men
 --- Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu.
İçimdeki esrârı araştırmadı.
7) ‏Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nist
Lîk çeşm-i gûşrâ an nûr nîst
-----Benim sırrım feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu
görecek nûr, her kulakda onu işitecek kudret yoktur.
8) Ten zi cân ü cân zi ten mestûr nîst
Lîk kes râ dîd-i cân destûr nîst
 ----Beden ruhdan, ruh bedenden gizli değildir.
Lâkin herkesin rûhu görmesine ruhsat yoktur.
9) Âteşest în bang-i nây ü nîst bâd
Her ki în âteş nedâred nîst bâd
----Şu neyin sesi âteşdir; havâ değildir.
Her kimde bu âteş yoksa, o kimse yok olsun.
 10) Âteş-i ıskest ke’nder ney fütâd
Cûşiş-i ışkest ke’nder mey fütâd
-----Neydeki âteş ile meydeki kabarış,
hep aşk eseridir.  
11) Ney harîf-i herki ez yârî bürîd
Perdehâyeş perdehây-i mâ dirîd
----Ney, yârinden ayrılmış olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri,
bizim nûrânî ve zulmânî perdelerimizi -yânî, vuslata mânî olan perdelerimizi- yırtmıştır.
12) Hem çü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd
Hem çü ney dem sâz ü müştâkî ki dîd
-----Ney gibi hem zehir, hem panzehir;
hem demsâz, hem müştâk bir şeyi kim görmüştür.
13) Ney hadîs-i râh-i pür mîküned
Kıssahây-i ışk-ı mecnûn mîküned
----Ney hadîs-i râh-i pür mîküned
Kıssahây-i ışk-ı mecnûn mîküned
14) Mahrem-î în hûş cüz bîhûş nist
Mer zebânrâ müşterî cüz gûş nîst
--Dile kulakdan başka müşteri olmadığı gibi, mâneviyâtı idrâk 
etmeye de bîhûş olandan başka mahrem yoktur
15) Der gam-î mâ rûzhâ bîgâh şüd
Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şüd
----Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrûmiyyetten ve
ayrılıktan hâssıl olan ateşlerle arkadaş oldu –yânî, ateşlerle, yanmalarla geçti - .
16) Rûzhâ ger reft gû rev bâk nîst
Tû bimân ey ânki çün tû pâk nist
 ---Günler geçip gittiyse varsın geçsin.
Ey pâk ve mübârek olan insân-ı kâmil; hemen sen vâr ol!..
17) Herki cüz mâhî zi âbeş sîr şüd
Herki bîrûzîst rûzeş dîr şüd
------Balıktan başkası onun suyuna kandı.
Nasibsiz olanın da rızkı gecikti.
18) Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm
-----Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. 
O halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.  
15.2.3.2. Divan-ı Kebir
Divan şairlerinin şiirlerini topladıkları deftere denir. "Divan-ı Kebir "Büyük Defter" veya "Büyük Divan" manasına gelir.
Mevlana'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Divan-ı Kebir'in dili Farsça olmakla beraber, içinde Arapça, Türkçe ve Rumca şiire de yer verilmiştir.
Divan-ı Kebir 21 küçük divan (Bahir) ile rubai divanının bir araya getirilmesi ile oluşmuştur. Divan-ı Kebir'in beyit sayısı 40.000'i aşmaktadır.
Mevlâna Divan-ı Kebir'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu divana Divan-ı Şems de denmektedir. Divanda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.
Divan-ı kebirden gazel ve rubai örnekleri
BİZE DOĞRU GEL, BİZE!
—Bir an olsun düşüncelerden vazgeçsen ne olur? Balık gibi bizim denizimize dalsan, orada dalgalar yutsan ne çıkar?
—Düşüncelerinden uyur, onlardan vazgeçersen Ashâb-ı Kehf'ten sayılırsın, düşüncelerden mukaddes, münezzeh bir nur kesilirsin; ne olur bu hale gelsen!
—Sen bir saman çöpüsün, bizse devlet kehribarıyız; şu samanlıktan sıyrılıp kehribara dönsen ne olur ki.
—Artık bu sefer toprak olacağım diye yüz kere ahdettin. Bir kerecik de ahdinde dursan ne çıkar.
—Sen gizli bir incisin amma şu samanlıkta toprak rengini almışsın. A güzel yüzlü, ne olur yüzündeki tozu toprağı bir yıkasan da arınsan!
—Padişah oğlusun sen, Cebrail’in bile secde ettiği varlıksın sen. Ne çıkar a yoksul, babanın yurdunu bir arasan!
—Tümden ayrılmış bir parçasın, bedenden ayrılmış bir elsin ancak; bari bundan sonra bizden ayrılmasan ne olur.
—O vakit başsız kalırsın, malın mülkün gider, hırstan, kibirden ayrılırsın; fakat işte o zaman ululuk âleminde baş gösterir, görünürsün; ne olur bunu yapsan.
—Hakk’ın zikrinden bir şerbet iç de düşünceden kurtul. Ey ilahi rızaya mazhar olan, savaşa sarılmasan ne olur. Yeter artık, sen bir dağa benzersin; dağda altın madeni ara, bağırmayı bırak. Bağırıp dağı seslendirmesen ne çıkar!
YARATILMIŞTAN GEÇ, YARADANA ULAŞ!
—Âşık isen, âşıklarla otur!
Gece gündüz demeden kapılarında dur!
Bu kapıdan içeri girdiğinde ise,
Yaratılmışlardan uzaklaş; yaradanla otur!
GÖNÜL O' NU İSTER, HERŞEY BAHANE...
—Başımı koyduğum her yerde, secde edilen O'dur
Dört köşe ve altı bucakta tapılan O'dur.
Bağ-bahçe, gül-bülbül, sema, sevgili;
Bütün bunlar hep bahane; asıl maksat olan O'dur.
15.2.3.3. Mektûbât
Mevlana'nın başta Selçuklu hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen dini ve ilmi konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur.
Mevlana bu mektuplarında, edebi mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, ben deniz" gibi kelimelere hiç yer vermemiştir.
Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa, onu kullanmıştır.
15.2.3.4. Fîhi Mâ Fih
Fîhi Mâ Fih "Ne varsa içindedir" manasına gelmektedir. Bu eser Mevlana'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetleri içermektedir. Bunların oğlu Sultan Veled tarafından bir kitapta toplandığı sanılmaktadır. Eser 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da değinilmiştir. Bu nedenle bu eser tarihi açıdan da büyük bir önem taşımaktadır.
Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret mürşid ve mürid, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir.
15.2.3.5. Mecâlis-i Seb'a (Yedi Meclis)
Mecâlis-i Seb'a adından da anlaşılacağı üzere Mevlana'nın yedi meclisinin, yedi vaazının toplanmasından meydana gelmiştir. Mevlana'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlenmesi yapıldıktan sonra, Mevlana'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlana, yedi meclisinde şerh ettiği hadisleri şu konulara ayırmıştır:
·         Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı
·         Suçtan kurtuluş, akıl yolu ile gafletten uyanış
·         İnanç'daki kudret
·         Tövbe edip doğru yolu bulanların Allah'ın sevgili kulu olacakları
·         Bilginin değeri
·         Gaflete dalış
·         Aklın önemi
Bu yedi mecliste, asıl şerh edilen hadiselerle beraber 41 hadis daha geçmektedir. Mevlana tarafından seçilen her hadis içtimaidir. Mevlana, yedi meclisinde her bölüme "hamd-ü sena" ve "münacat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufi görüşlerini hikâye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevi'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.
15.2.4. Mevlana'nın Yedi Öğüdü
·         Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
·         Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
·         Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
·         Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
·         Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol
·         Hoşgörürlükte deniz gibi ol
·         Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol
15.3. YUNUS EMRE (1238–1320)
Şekil 4
Türk, şair. Anadolu'da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsüdür. İnsan sevgisine dayanan bir görüşü geliştirmiştir.
Yaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda anlatılanlar da birbirini tutmaz. Nerede, hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmiyor. Kimi kaynaklarda Anadolu'ya Doğu'dan gelen Türk oymaklarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu söylenirse de kesin değildir. 1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü söylenir. Batı Anadolu'nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden "makam" adı verilen yer vardır. Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir. Anadolu'da "Yunus Emre" adını taşıyan ve Yunus Emre'den çok sonraları yaşamış başka şairlerin yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda ayıklanmış, böylece 357 şiirin onun olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. Gene Yunus Emre adını taşıyan ve başka şairlerin elinden çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştir. Onun dil, şiir ve düşünce bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan'daki şiirleri nedeniyledir.
Şekil 5
Yunus Emre'nin şiirinde, edebiyat tarihi bakımından, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli sorun sergilenir. Bu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen konular ise insan, Tanrı, Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eli açıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. O, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak sergilemiştir.
İnsan bir "sevgi varlığı"dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. Tin tanrısaldır, ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi içindedir. Gövde dağılır, kendini kuran öğelere ayrılır. İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık evreni toprak, su, ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. Bu dört ilke yaratılmıştır, yaratıcı da Tanrı'dır. Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra, ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. İnsan sevgi yoluyla Tanrı'ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı'yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştir. Gerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı'dır, türlülük bir "görünüş"tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik tanrısal tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir "yansıma" niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca "oluş" gerçekleşir.
Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevginin ereği yüce Tanrı'ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı'yı, Tanrı'yı seven kendini sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da tanrı’dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür.
Şekil 6
Yunus Emre'de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar. Yunus Emre'nin dilinde bilge kişinin adı "eren"dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.
Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm tinle gövde arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardır. Çünkü bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan, salt ölüm de söz konusu değildir. Ölümün bir başka anlamı da bilgiden, erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır.
Yunus Emre'nin şiirinde Yeni-Platonculuk'tan kaynaklanan Tasavvuf öğretisinin bütün sorunları bulunur. Bunlara yeni bir çözüm getirmez, Yeni-Platonculuk'un yöntemine dayanarak yorumlar ileri sürer. Bu nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk'un Türkçe açıklanışıdır.
Yunus Emre'nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu'da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. Şiirlerinin ölçüsü, Türkçenin ses yapısına uymayan "aruz" olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçenin ses yapısına uygun biçimde dile getirir, şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür. Yer yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum bağlantısı bütüncül bir içerik taşır. Ona göre önemli olan bir sözü etkili biçimde söylemektir. Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması, bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. İnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır, konuşan Tanrı durumundadır. Yunus Emre'de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünceyi içeren, açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır.
Şekil 7
Yunus Emre'nin biri şiiri, öteki düşünceleriyle olmak üzere, iki yönlü bir etkisi vardır. Gerek dili, gerek görüşleri bakımından halk şiirinin de öncüsü sayılmaktadır. Özellikle tasavvuf inançlarını benimseyen Alevi-Bektaşi geleneğini sürdüren halk ozanları üzerindeki etkisi büyük olmuştur.
15.3.1. Yunus Emre ve Tasavvuf
Yunus Emre, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur.
Bu inanç sisteminde tek varlık Allah’tır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen âlemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur. Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve âlemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir. Âlemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket, iş, oluş (fiil) onun güzel isimlerinden birinin belirişidir.
 Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu nesnelerin ve her şeyin kaynağı Allah'ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu "Efal Âlemi" dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da "Şehadet Âlemi" olan, ayrı ayrı varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği âlemdeki çokluk Tek'in yansıması, belirişidir. Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği, tekliği) denir.
15.3.2. Yunus Emre’nin Düşünce Dünyası
Yunus Emre yalnızca Tasavvufla, dinle ilgili konularda, genellikle coşkun, zaman zaman da öğretici şiirler yazmıştır. Konuları bu çerçevenin dışına pek çıkmaz. Ama soyut bir dünya kurarak değil de, yaşadığı somut dünyanın çağrışımlarıyla yazdığı için, şiirleri aydınlık, sıcak, daha önemlisi, çağımızın insanına, öbür dünya özlemiyle yanmayan, Tanrı’ya kavuşmak gibi bir sorunu bulunmayan çağdaş insanlara da cana yakın gelen, şaşırtıcı bir gözlem gücüyle yüklü şiirlerdir. Dinsel konularda yazıp böylesine yaşamın içinde kalabilen, aydınlık olabilen başka şair yoktur sanırız. Bunda bağnazlığa karşı Tasavvufun getirdiği hoşgörünün, bağışlama, sevgi gücünün büyük etkisi bulunduğu bir gerçektir.
15.3.3. Yapıtları
Yunus Emre’nin iki yapıtı vardır:
Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler Kitapçığı): Mesnevi biçiminde, aruz ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir 573 beyittir. Başta 13 beyitlik bir başlangıçtan sonra, kısa bir düzyazı vardır. Ardından destanlar gelir: Ruh ve Nefis, Kanaat, Boşu yani Gazab, Sabır, haset, Cimrilik, Akıl. Bu destanların aruz ölçüsüyle yazılmadığını, mefâilün mefâilün feûlün? ölçüsüne uyuyorsa da, her dizede birkaç uzatma yapmak gerektiğini, hecenin 6+5=11 ölçüsüyle yazılmış olmasının daha akla yakın göründüğünü söyleyenler de vardır. Öğretici, öğüt verici bir yapıt oluşu, çağımızda geçerliği bulunmayan görüşleri savunması yüzünden uzmanlardan başkasının pek ilgisini çekmemiş bulunan bu şiirin sonlarındaki Söze tarih yedi yüz yediydi? dizesinden hicri 707’de, yani miladi 1307 ya da 1308’de yazıldığı anlaşılıyor. Abdülbâki Gölpınarlı bu şiiri, derlediği Yunus Emre Divanı’nın başına koymuştur.
Divan: Yunus Emre’nin en önemli eseridir. Onun bütün fikir dünyası ve sanatının mükemmelliği bu eserde ortaya çıkar. Divan da yer alan şiirler genellikle hece vezniyle yazılmıştır fakat aralarında aruzun değişik kalıplarıyla yazılmış olan şiirlerde mevcuttur. Şiirlerini genellikle gazel ve ilahi tarzda kaleme almıştır. 300–350 kadar şiirden meydana gelmektedir. Fakat ona isnad edilen şiirlerin şayisi bini geçmektedir.
Divanın Türk milleti tarafından çok okunmuş ve çok sevilmiş olması sebebiyle birden çok nüshaları yazılmıştır. Bu durum gerçek nüshanın tespitini zorlaştırmaktadır. Ayrıca elde bulunan nüshalardaki şiirlerin tamamının Yunus Emre’ye ait olduğunu söylemekte imkânsızdır. Çünkü Yunus Emre’den başka yunuslarında ayni tarzda söylemiş oldukları şiirlerin, Yunus Emre ye ait zannedilerek divana dâhil edilmiş olması muhtemeldir.
Yunus Emre divani ilk olarak 1939 yılında Burhan Toprak tarafından yayınlamıştır. Daha sonra 1943 yılında Abdülbaki Gölpinarli tarafından yapılmıştır. Divanin en ciddi yayını Prof Dr Faruk Kadri Timurtaş tarafından yapılmıştır.
Bazı Şiirleri
Gel Gör Beni Aşk Neyledi
Ben yürürüm yana yana
Aşk boyadı beni kana
Ne deliyem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi

Gah eserim yeller gibi
Gah tozarım yollar gibi
Gah akarım seller gibi
Gel gör beni aşk neyledi

Akar suların çağlarım
Dertli ciğerim dağlarım
Şeyhim anuban ağlarım
Gel gör beni aşk neyledi

Ya elim al kaldır beni
Ya vaslına erdir beni
Çok ağlattın güldür beni
Gel gör beni aşk neyledi

Ben yürürüm ilden ile
Şeyh anarım dilden dile
Gurbette halım kim bile
Gel gör beni aşk neyledi

Mecnun oluban yürürüm
O yâri düşte görürüm
Uyanıp melül olurum
Gel gör beni aşk neyledi

Miskin Yunus biçareyim
Baştan ayağa yareyim
Dost elinde avareyim
Gel gör beni aşk neyledi

Aşkın Aldı Benden Beni
Aşkın aldı benden beni bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum bana seni gerek seni

Aşkın aşıklar öldürür aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur bana seni gerek seni
Aşkın şarabından içem Mecnun olup yola düşem
Sensin dün ü gün endişem bana seni gerek seni

Sufilere sohbet gerek Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler kulum göğe savuralar
Toprağım anda çağırır bana seni gerek seni

Cennet dedikleri ne ki bir kaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları bana seni gerek seni
Yunus-durur benim adım gün geçtikce artar ödüm
İki cihanda maksudum bana seni gerek seni

Durun Durun Aşka Sela
Divaneler divaneler
Durun durun aşka sela
Aşk esriği mestaneler
Durun durun aşka sela

Mest-i elestler kandaksız
Mestane mestler kanatsız
Saki duruptur çanaksız
Durun durun aşka sela

Merdaneler merdaneler
Erlik demi bu gündürür
Baş verüben can terkini
Vurun vurun aşka sela

Ey nice hamle idelim
İşbu fenadan gidelim
Binin binin şevk atalım
Sürün sürün aşka sela

Muhabbet yoluna girip
Aşktan dava kılan kişi
Tan eylemiş aşıklara
Görün görün aşka sela

Akıl ne bilir aşkı kim
Mağrur oluptur aklına
Aşkı bu gün bu Yunus'a
Sorun sorun aşka sela



Elhamdülillah
Haktan gelen şerbeti içtik elhamdulillah
Şol kudret denizini geçtik elhamdulillah
Şol karşıki dağları meşeleri bağları
Sağlık safalık ile aştık elhamdulillah

Kuru idik yaş olduk kanatlandık kuş olduk
Birbirmize eş olduk uçtuk elhamdulillah
Vardığımız illere şol safa gönüllere
Halka tapduk manisin saçtık elhamdulillah

Beri gel barışalım yad isen bilişelim
Atımız eğerlendi estik elhamdulillah
İndik Rum'u kışladık çok hayır şer işledik
Uş bahar geldi geri göçtük elhamdulillah

Dirildik pınar olduk irkildik ırmak olduk
Artık denize dolduk taştık elhamdulillah
Taptuğun tapusuna kul olduk kapusuna
Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdulillah




15.4. HACI BAYRAM-I VELİ
Şekil 8
Doğum ismi, Numan bin Ahmed, lakabı "Hacı Bayram"dır. 1352 (H. 753) tarihinde Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfadl (Sol-fasol) köyünde doğdu. Hacı Bayram-ı Veli, 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yetişti. Eserlerini diğer Hacı Bektaşi Veli yoldaşları gibi Türkçe olarak yazarak Türkçe kullanımını Anadolu'da önemli şekilde etkiledi.
Hacı Bayram-ı Veli her şeyden önce bilim ve tasavvufu birleştirmeyi başarmış bir sufidir. İslamiyet’i ilmi açıdan ele alarak iyice anlamış, önce profesör olarak medresede öğrenci yetiştirmiş sonrada tasavvuf hayatına adımı atmıştır. Tasavvuf felsefesi bakımından kendinden öncekilere göre bir yenilik getirmemiştir. Ancak mutasavvıf olarak dünyayı red ve terk yerine, onu imara yönelmiş etrafındakileri de teşvik etmiştir. Hacı bayram-ı velinin bu yanı devrine göre çok ileri görüşü simgeler.
Hacı Bayram-ı Veli Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanması için Türkçe eserler yazılmasında Leme’at ve Gülşen-i Raz gibi eserlerin Türkçeleştirilmesinde etkili olmuş kendisi de halkın anlayacağı dilden, Ahmet Yesevi geleneğine uygun olarak şiirler yazmıştır. Devrinde Arapça ve Farsça eser vermek revaçta iken, Hacı Bayram-ı Veli’nin halk ile diyalog kurabileceği Türkçeyi tercih etmesi belli bir misyona delalet eder. Bu misyon Anadolu’da dil birliğinin sağlanması ve Türk kültürünün hakim olmasıdır. Türkçecilik akımı müridlerini de etkilemiş, bu Bektaşüi sufiler özellikle Türkçe eserler vermişlerdir. Yazıcıoğlu Muhammed, Ahmet Bican, Eşrefoğlu Rumi gibi öğrencilerinin Envaru-i Aşıkin, Muhammediye, Müzekki’n Nüfus gibi eserleri Anadolu'da yıllarca kolaylıkla okunmuştur halkın elinden düşmemiştir.
Hacı Bayram-ı Veli, ömrünün sonuna kadar İslamiyet’i yaymak için çalıştı. 1429 (H.833) tarihinde Ankara'da vefat etti. Türbesi kendi ismiyle anılan Hacı Bayram Camii'ne bitişik olup, ziyaret mahallidir. Vefatından sonra Bayramiyye yolunu talebelerinden Akşemsettin ve Bıçakçı Ömer Efendi devam ettirdiler.
15.4.1. Hacı Bayram-ı Veli'den Nasihatler
·         Hiddet ve kin, hakikatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.
·         Hiçbir günahı küçümsemeyin, çok çalışın. Boş gezenler, zengin bile olsa, arkadaşları şeytan, kalbleri şeytanın konağı olur.
·         İnsanların fitnesinden kurtulmak istiyorsanız, çarşı ve pazarlarda sık sık bulunmayınız.
·         Dünya gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyaret ediniz
·         Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşa etmeyiniz. Çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emanettir. Emanete hıyânet ise, çirkin bir harekettir.
·         Emaneti koruyunuz. Zira din de size emanettir, beden de
15.4.2. Hacı Bayram-ı Veli Çilehanesi
Bayramilik’te manevi olgunluğu elde etmek üzere kırk gün süre ile insanlardan ayrılıp küçük bir çile odasında kalıp Allah’ı düşünmek, ona ibadet etmek, onun isimlerini anmak, susmak, az yemek, az içmek gibi uygulamalar büyük önem arz eder. Burada amaç zihnin Allah düşüncesi üzerinde yoğunlaşma yeteneği elde etmesidir. Bu uygulamanın temelinde Peygamber Muhammed'in peygamberlik gelmeden önce Hira mağarasında bir süre insanlardan uzak kalması, yine onun Muharrem ayının ilk on gününde itikâfa çekilmesi vardır.
Çilehanenin bulunduğu alan cami gibi dikdörtgen planlıdır. Ancak bu dikdörtgen düzgün kenarlı değildir. Taş duvarlar, beyaz badanalı ve sadedir. Süsleme yapılmamıştır. Her iki girişten merdivenle, harimin yaklaşık 1/10 büyüklüğündeki düzgün olmayan bir dikdörtgen şeklindeki odaya inilir. Bu odanın batısında, yarı büyüklüğünde ikinci bir oda daha vardır. Bu odalardan ilki çeşitli amaçlarla kullanılabilecek bir giriş, diğeri abdest odasıdır. Günümüzde bu odalar ibadet amaçlı kullanılmaktadır.
15.4.3. Hacı Bayram-ı Veli’nin Eserleri
İlahi  
1.Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı. 
2.Geç canından bul anı,
Sen seni bil, sen seni.
3.Kim bildi efalini,
Ol bildi sıfatını.
4.Anda gördü zatını,
Sen seni bil, sen seni. 
5.Görünen sıfatındır,
Anı gören zatındır.
6.Gayrı ne hacetindir,
Sen seni bil, sen seni.
7.Kim ki hayrete vardı,
Nura müstağrak oldu.
8.Tevhidi zatı buldu,
Sen seni bil, sen seni.
9.Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu.
10.Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni.

İlahi  Zikir
1.Noldu bu gönlüm, noldu bu gönlüm?
Derdü gam ile doldu bu gönlüm.
2.Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,
Yanmada derman buldu bu gönlüm.
3.Gerçi ki yandı gerçeğe yandı,
Rengine aşkın cümle boyandı.
4.Kendi de buldu kendi de buldu,
Matlabını hoş buldu bu gönlüm.
5.Elfakru fahri elfakru fahri,
Demedi mi âlemlerin fahri.
6.Fakrını zikret fakrını zikret,
Mahv u fenada buldu bu gönlüm.
7.Sevda-yı a’zam sevda-yı a’zam,
Bana k’oluptur arş-ı muazzam.
8.Mesken-i canan mesken-i canan,
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm.
9.Bayrami imdi bayrami imdi,
Yar ile bayram eyledi şimdi.
10.Hamd senalar hamd-ü senalar,
Yar ile bayram etti bu gönlüm.

İlahi Savt
1.Hiç kimse çekebilmez,
Pektir  feleğin yayı.
2.Derdine gönül verme,
Bir gün götürür vayı.
3.Gelür güle oynaya,
Al (da) dır seni çapüktür.
4.Bir bunculayın fitne,
Kande bulurarayı
5.Bir fani vefasızdır,
Kavline inanma hiç.
6.Gah yoksulu bay eyler,
Gah yoksul eder bayı.
7.Çün yüzün dündürdü,
Bir lahza karar etmez.
8.Nice seri pay eder,
Döner ser eder payı.
9.Denir vahit vahdette,
Kasretde kanı tefrik.
10.Hızr ermedi bu sırra,
Bildirmedi Musa’yı.
11.Hayran kamu âlimler,
Bu ma’ninin altında.
12.Kaf’dan Kaf’a hükmeden,
Bilmez bu muammayı.
13.Miskin Hacı Bayram sen,
Dünyaya gönül verme.
14.Bir ulu imarettir,
Alma başa sevdayı.

İlahi Taksim
1.Çalabım bir şar yaratmış,
İki cihan arasında.
2.Bakıcak Didar görünür,
Ol şarın kenaresinde.
3.Nagihan bir şara vardım,
Anı ben yapılır gördüm.
4.Ben dahi bile yapıldım,
Taş ve toprak arasında.
5.Şakirtleri taş yonarlar,          
Yonup üstada sunarlar.
6.Mevlanın adın anarlar,
Taşın her paresinde.
7.Ol şardan oklar atılır,
Gelür sineme batılır,
8.Âşıklar canı satılır,
Ol şarın bazaresinde.
9.Şar dedikleri gönüldür,
Ne alimdür ne cahildür.
10.Âşıklar kanı sebildür,
Ol şarın kenaresinde.
11.Bu sözümü arif anlar,
Cahiller bilmeyüp tanlar.
12.Hacı Bayram kendi banlar,
Ol şarın minaresinde.

Hiç yorum yok: